30 Ocak 2016 Cumartesi

1984

Parti'nin dünya görüşü, onu hiç anlayamayan insanlara çok daha kolay dayatılıyordu. (...) Her şeyi yutuyorlar ve hiçbir zarar görmüyorlardı çünkü tıpkı bir mısır tanesinin bir kuşun bedeninden sindirilmeden geçip gitmesi gibi, yuttuklarından bir şey kalmıyordu.

George Orwell'in kült kitabı Bin Dokuz Yüz Seksen Dört, yazarın geleceğe ilişkin bir kabus senaryosudur. Bireyselliğin yok edildiği, zihnin kontrol altına alındığı, insanların makineleşmiş kitlelere dönüştürüldüğü totaliter bir dünya düzeni, romanda inanılmaz bir hayal gücüyle, en ince ayrıntısına kadar kurgulanmıştır. Geçmişte ve günümüzde dünya sahnesinde tezgahlanan oyunlar düşünüldüğünde, ütopik olduğu kadar gerçekçi bir romandır Bin Dokuz Yüz Seksen Dört. Güncelliğini hiçbir zaman yitirmeyen bir başyapıttır; yalnızca yarına değil, bugüne de ilişkin bir uyarı çığlığıdır.








GEORGE ORWELL

1903 yılında Hindistan'da doğdu. İngiliz edebiyatının en önemli isimlerindendir. Asıl ismi Eric Arthur Blair. Babası Hindistan'da görevli bir İngiliz, annesi Fransız asıllıdır. Aristokrat bir ortamda büyüdü. İngiltere'ye döndükten sonra 1922'de Eton College'dan mezun oldu.
Üniversiteye gitmek yerine aile geleneğini sürdürdü, Birmanya'ya giderek İmparatorluk Polis Teşkilatı'na girdi. Aslında edebiyatla ilgilenmek istiyordu. İngilizlerin Birmanyalılara yaptığı baskıları görünce 1928'de polislikten istifa etti ve anılarını 1933'te yayınlanan "Burmese Days" isimli kitabında topladı. Aynı yıl yazdığı "Down and Out in Paris and London" adlı kitabında Paris ve Londra'da geçen günlerini anlattı.
1930'larda kendisini sosyalist olarak tanımladı. Ama gazete muhabiri olarak izlemeye başladığı İspanya İç Savaşı'nda Cumhuriyetçi milislere katıldı. Teğmen rütbesine kadar yükseldi ve bir çatışmada ağır yaralandı. 1937'de komünistlere karşı savaştı. Hayatını tehlikeye attığını düşünerek bu ülkeden ayrıldı. Bu dönem izlenimlerini, 1938'de yayınlanan "Katalonya'ya Selam" adlı kitabında aktardı. İspanya deneyiminden sonra tutucu bir görüş benimsedi.
BBC'nin Hindistan yayınları bölümünün başına getirildi. 1943'te Tribune gazetesinde edebiyat sayfasını yönetmeye başladı.
1944'te en önemli eseri olan ve Rus devrimiyle Stalin'in devrime ihanetini konu alan "siyasal fabl"ı "Hayvanlar Çiftliği"ni yazdı. Eserde, bir çiftlikte yaşayan bir grup hayvan, kendilerini sömüren insanları yönetimden devirip eşitlikçi bir toplum kurar. Ama zamanla aralarındaki zeki ve iktidar düşkünü domuzlar, devrimi yolundan saptırıp insanlardan daha baskıcı ve acımasız diktatörlere dönüşür. Önce bastıracak yayıncı bulamadığı bu kitap, 1945'te yayınlandığında Orwell'e büyük ün ve para kazandırdı.
1949 yılında yayınlanan "1984" adlı romanı da büyük başarı kazandı. Bu romanda olaylar, dünyanın sürekli birbiriyle savaşan üç totaliter devletin egemenliğinde olduğu bir gelecekte geçer. Orwell, bu eserle dünyayı, herşeyin tümüyle devletlerin kontrolünde olduğu belleksiz ve muhalefetsiz bir toplum tehlikesine karşı uyarır. Birçok kişiyi derinden etkileyen bu kitap, "Hayvanlar Çiftliği" gibi 1984'te sinemaya uyarlandı. Bu kitabı yazarken verem tedavisi gören Orwell, Londra'daki bir hastanede yaşamını yitirdi. 

ESERLERİ

  • Paris ve Londra'da Beş Parasız 
  • Burma Günleri 
  • Papazın Kızı
  • Zambak Solmasın 
  • Wigan İskelesi Yolu 
  • Katalonya'ya Selam 
  • Aspidistra 
  • Daralma 
  • Hayvan Çiftliği 
  • Bin Dokuz Yüz Seksen Dört


1984


SAVAŞ BARIŞTIR

ÖZGÜRLÜK KÖLELİKTİR

CAHİLLİK GÜÇTÜR


1984, George Orwell'in 1947-1948 yılları arasında yazdığı distopik bir romandır. Romanda Büyük Birader'in yönetiminde olan insanların nasıl kısıtlandıkları anlatılmaktadır. Bu kitap uzun süreden beri okumak istediğim bir kitaptı. Konusu itibariyle bende büyük bir merak uyandırmıştı. Kitabı okumaya başladığımda, bu yapıtın daha önce okuduğum hiçbir kitaba benzemediğinin farkına vardım. Başlarda anlamakta zorlandığım çok şey oldu. Fakat kitabı okudukça kendimi karakterlerle özdeşleştirdim ve George Orwell'in 1948 yıllarında geleceğe ilişkin bir uyarı çığlığı niteliğinde yazdığı olayların günümüz dünyasından hiç de farklı olmadığını anladım. Kendimi, kitaptaki insanlara "Bunca kısıtlamaya nasıl tepki vermezler?" derken bulduğumda ise şu an insanlığın yaptığının da bu olduğunu hatırlattım kendime. Hatta bilinçsiz insanların bulundukları durumdan mutluluk duymaları ve dünyayı her geçen gün daha da kötü bir yer haline getirdikleri gerçeği beni bir kez daha beynimden vurulmuşa döndürdü. 

"Bağlılık, düşünmemek demektir, düşünmeye gerek duymamak demektir. Bağlılık bilinçsizliktir."
Yukarıda bahsettiğim olaylar Winston Smith karakteri üzerinden anlatılmaktadır. Winston diğer insanların aksine Parti'yi hiç sevmiyor ve her zaman kendisini izleyebilen ve duyabilen Büyük Birader'den nefret ediyor. Winston umudun proleterlerde yani emekçi kısımda, alt sınıfta olduğunu düşünüyor. Winston gibi düşünenlerde yok değil tabii. Julia adında bir kadın Winston'a onu sevdiğini söylüyor ve o andan itibaren bu ikili hep gizli gizli görüşmeye başlıyorlar ve Parti'ye karşı işlenebilecek en büyük suçu işliyorlar: seks yapıyorlar. Bu onları zaten nefret ettikleri Parti'den iyice uzaklaştırıyor. Bu ikili her normal insanın yapacağı gibi partiye gizli bir şekilde karşı gelmeyi hayal etse de başaramıyorlar.  

"Düşüncesuçu, ölümü gerektirmez: Düşüncesuçunun KENDİSİ ölümdür."

Kitabın benim için en şok edici yanlarından biriydi Charrington'ın düşünce polisi çıkması ve bu ikiliyi ele vermesi. Okuduğum zaman şok olsam da daha sonra düşündüğümde Winston'ın aptallığına hayret ettim. Herkesi aynı anda izleyebilen ve dinleyebilen bir Parti elbette proleter mahallelere de kendi adamlarını yerleştirecekti. Aksini bekleyip, buna göre davranmak aptallık olurdu. Charrington Winston'ı  tutuklamak için uzunca bir süre bekledi. Bu sürede Winston, O'Brein'ın kendisini vermiş olduğu Goldstein'ın kitabını okudu, Julia ile yakınlaştı, O'Brein'a Parti ile ilgili kararlarından bahsetti. Zaten O'Brein Winston'ı yıllarca izlediklerini söylemişti

"Birini seviyorsan gerçekten severdin, verecek başka hiçbir şeyin yoksa bile sevgin yeterdi."
Winston'ı yakalayıp Sevgi Bakanlığı'na atıyor yetkililer. Kitabın garip ama üzerine düşünüldüğünde mantıklı gelen bir diğer yanıydı bu bakanlıklar. Barış Bakanlığı'nın savaşı, Sevgi Bakanlığı'nın nefreti, Varlık Bakanlığı'nın yokluğu temsil etmesi bu distopya için gayet güzel düşünülmüş metaforlardı. Winston da her suçlu gibi Sevgi Bakanlığı'na atıldığında anlıyoruz ki, iki adet cani çocuğa sahip olan kapı komşusu da kendi kızının ihbarı üzerine Sevgi Bakanlığı'nı boylamış. Parti durmadan geçmişi değiştirip yetişkinlerin zihniyle alay ettiği gibi çocukları da şeytani bir duyguyla büyütüyordu. Çocukların geçmişten haberleri olmadığı için zihinleriyle değil duygularıyla oynanıyordu. Winston'ın ise zihniyle yıllar boyu oynanmıştı. Aaron, Rutherford ve Jones gibi eski düşüncesuçlularının fotoğraflarını bulması üzerine geçmişin değiştirilebilirliğini kanıtlayabilirdi Winston. Ama bunu yapamayacağını, yaptırtmayacaklarını çok iyi biliyordu. Winston'a işkence ettiklerinde ise O'Brein Winston'ın bu fotoğrafı hiç görmediğini, zihninin ona oyunlar oynadığını, kendini olmayan şeylerin olduğuna inandırdığını söyledi. Winston'ın bunları kabul etmesi zaman alsa da sonunda etti. Çünkü umudunu yavaş yavaş yitirmekteydi.

Winston herkesin korkulu rüyası olan 101 numaralı odaya götürüldüğünde sıçanlarla karşılaşınca ne yapacağını bilemedi ve aynı işkenceyi Julia'ya yapmalarını istedi. Onun umudunu, mutluluğunu, kaçışını ve güvenliğini sembolize eden Julia'ya böylece ihanet etti ve umudunu tamamen kaybederek kabullenme evresini de tamamladı. Fakat ihanet eden tek kişi o değildi. Aynı şeyi Julia da yapmıştı. Uzun bir zaman dilimi boyunca süren işkenceler sona erip de dışarı çıktıklarında parkta karşılaştıklarında birbirlerine ihanetlerini itiraf ettiler. O 101 numaralı odada en büyük korkunla karşı karşıya geldiğinde fedakarlık yapacak gücü kendinde bulmanın imkansız olduğu konusunda hemfikir olduklarından birbirlerine kızamazlardı. İkisi de kabullenmekten başka hiçbir şey yapmadılar.

"Özgürlük, iki kere iki dört eder diyebilmektir. Buna izin verilirse, arkası gelir."

2x2=5 işlemi Büyük Birader'in halkın beynini nasıl yıkadığına dair bir metafordur. O'Brein, bunu Winston'a işkence ederken kullanmıştır. Winston Parti'ye karşı baş kaldırabildiği zamanlarda 2x2=4 işleminin doğruluğunu savunuyordu. Ne zaman ki işkenceler katlanılamaz bir hal aldı, işte o zaman Winston O'Brein'ın açık parmaklarını dört değil beş saydı ve Büyük Birader'e itaat etmeye başladı. Daha sonra ise farkında bile olmadan masanın tozuna "2x2=5" yazdı.

Kitabın en sonunda Yenisöylem dili hakkında yazılmış bir bölüm vardı. Orwell bu bölümde Yenisöylem hakkında daha detaylı bilgiler vermiş. Mesela kelimelerin azaltılmasının zaman kazanmak için yapılıyor olması. Orwell burada Yenisöylem'in en önemli amacını da açığa çıkarmıştır. Yenisöylem'in amacı ise kelimeleri azaltıp onların çağrıştırdıkları kavramları en aza indirmektir. Böylece insanların hat safhada kısıtlanmasından emin olup ilerde kendilerine karşı oluşabilecek bütün tehditleri yavaş yavaş ortadan kaldırmaktır.

Bana göre 1984 herkesin okuması gereken, olağanüstü bir ileri görüşlülükle yazılmış ve okuyucularının ufkunu açan ve onlara farkındalık kazandıran ve bir kez daha okuyacağıma dair herhangi bir şüphemin bulunmadığı bir kitap.