29 Nisan 2015 Çarşamba

EFRASİYAB'IN HİKAYELERİ

Çok uzak zamanlarda değil, günümüzün otuz, bilemediniz elli yıl öncesinde, üstelik hep “ülkemizde” geçiyor Efrâsiyâb’ın Hikâyeleri. Ancak... Sanki o zamanlardan ve o mekânlardan değil de, başka zaman ve mekânlardan, hatta başka dillerden aşina olduğumuz hikâyeler...


















İHSAN OKTAY ANAR

İhsan Oktay Anar 1960 yılında Yozgat'ta doğdu. Lisans, master ve doktora eğitimini Ege Üniversitesi Felsefe Bölümü'nde yaptı. Halen aynı okulda öğretim üyeliği yapmaktadır. Türk edebiyatının son yıllarda yetiştirdiği en büyük isimlerdedir. Her bir kitabının çok uzun araştırmalardan sonra yazıldığı içerdikleri ağır tarihi bilgi ile göze çarpar. Eserleri pek çok küçük hikaye etrafında örülmüş büyük bir roman biçimindedir. Puslu Kıtalar Atlası 20 den fazla dile çevirilmiş ve Kültür Bakanlığı tarafından tanıtılmıştır. Anar, "edebiyatımıza kazandırdığı birbirinden önemli romanları ve bu romanlarda ortaya koyduğu özgün üslubu" nedeniyle 2009 yılında Erdal Öz Edebiyat Ödülü'ne layık görülmüştür.

(http://www.idefix.com/kitap/ihsan-oktay-anar/urun_liste.asp?kid=305 sitesinden alıntıdır.)







ESERLERİ

  • Puslu Kıtalar Atlası
  • Kitab-ül Hiyel
  • Efrasiyab'ın Hikayeleri
  • Amat
  • Suskunlar
  • Yedinci Gün
  • Galiz Kahraman

EFRASİYAB'IN HİKAYELERİ

Efrâsiyâb'ın Hikâyeleri, İhsan Oktay Anar'ın kurmaca hikâyelerden oluşan Şubat 1998'te yayımlanan romanı. Okuduğum ilk İhsan Oktay Anar eseridir. Kitap hikaye içinde hikaye barındırır. Kitap hakkında en sevdiğim şey de bu oldu zaten. Çünkü hikayelerden mutlaka kendinize uygun olan birini bulabiliyorsunuz. Bu nedenle de kitap hem size kendini sevdiriyor, hem de sürükleyiciliğiyle sizleri içine almayı başarıyor. Kitap Ölüm ile Cezzar Dede'nin birbirlerine anlattıkları hikayeleri konu alır. Toplam sekiz hikaye vardır. Konuları; korku, din, aşk ve cennettir. Ben genel olarak Ölüm'ün hikayelerini beğendim. Üslubu her zaman Cezzar Dede'ye göre daha ciddi ve akıcıydı. Anlattığı hikayenin içinde de bir sürü hikaye vardı ve bu hikayeleri bir noktada birleştirmeyi ihmal etmiyordu. Cezzar Dede'nin hikayelerinin eğlenceli yönü daha ağır basıyordu. Özellikle Bir Hac Ziyareti hikayesini okurken eğlendiğimi söylemeliyim. Cezzar Dede'nin hikayeleri bu yönde olsa da kendisi Ölüm'den daha bilge bir kişiliktir. Kitapta zevkle okuduğum yerler Cezzar Dede ile ölümün kitabın sonlarına doğru yaptıkları konuşmalardı. Cezzar Dede asıl cennetin çocuklar olduğunu anlatıyordu Ölüm'e.




"Pencereden ayışığı sızıyor ve küçük kızın yüzünü aydınlatıyordu. Cenneti görmek için aslında bu kadar ışık bile yetmez miydi?"


En sevdiğim hikayelerden biri Ölüm tarafından anlatılan Güneşli Günler idi. Güneşli Günler bir korku hikayesiydi ve Kont'un kanını  içtiği çocuğa olacakları büyük bir merak içerisinde okudum. Sağır'ı başta iyi sanmıştım. Fakat Kont için küçük çocuğun kanını aldığında Sağır'dan da nefret ettim. Bu hikayeyi sevmemin nedeni okulda geçmesiydi sanırım. Yatılı okulda haylaz erkek öğrencilerin başından geçen maceralar ilgimi çekti. Sözlü zamanı hissettikleri korkuları, derslerle olan boğuşmalarını zevkle okudum.

"Çirkinliği gördüğü dünyanın tersine, Güzelliği ancak, hayran olduğu dahi ressamların tablolarında buluyor, oysa bu sanatçıların, kendisinin çirkinlik bulduğu dünyada güzelliği gördüklerini kafası pek almıyordu."


“Artistik ve ahlaki değerlere asırlar boyu bir türlü erişemedikleri için bunlar uğruna bir ömür harcamayı enayilik olarak gören ve güzelliği üretmek yerine onu para, şiddet ya da kurnazlıkla elde etmeyi fazilet sayan insanların ülkesindeki okullarda, en az rağbet gören ve pek ciddiye alınmayan bir ders de resimdi…”

Kitapta sevdiğim diğer hikaye ise Cezzar Dede tarafından anlatılan Ezine Canavarı idi. Uzun bir hikayeydi fakat yazar hikayenin içinde anlattığı hikayeleri birbirleriyle bağdaştırmayı ihmal etmediğinden kara karıştırmıyordu. En eğlenceli hikayelerden biriydi. Tellak, Maymun Saniye ve Nafile Kalfa eğlenceli karakterlerdi. Hikayenin sonunda kızlarla oğlanların, Hamiyet ile Ayvaz'ın birleşeceğinden neredeyse emindim fakat beklediğim gibi olmadı. Cezzar Dede hikayesini beklenmeyen bir sonla bitirmişti. Bu sona Ölüm de şaşırmıştı. Ve ikisinin de söyleyeceği daha çok şey vardı. Cezzar Dede hikayesini bitirdiğinde Ölüm ona okumaktan zevk aldığım şu sözleri söylemişti:


"Her insan ancak bilmediği şeyden korkar. Korkusunu yenmek için bilmek ister. Fakat bilmesi için araması gerekir. işte, din de bu arayış değil midir? Bununla birlikte, eğer insan bir şeyi arıyorsa, onu bulmuş ve ona kavuşmuş da değildir. Kavuşamadığı şeye erişmek için can atar. Eh! Bu da aşktır işte!"
Bu sözler üzerine Cezzar Dede deyim yerindeyse nokta atışı yapar.


"İşte o zaman meşk başlar. Zaten cennet de budur! Ve gülümseyen herkes cennete bakıyor demektir." 
Kitaptaki en sevdiğim cümlelerden biri de bu cümleydi. Okuduktan sonra bir süre durup, daha sonra devam ettiğimi hatırlıyor gibiyim.

Uzun İhsan'ı ararlarken geçtikleri mahallelerin adlarına, kitabı okurken hiç dikkat etmemiştim. Kitap yorumlarını okurken, bu mahalle isimlerinin aslında cennetin katları olduğunu öğrendiğimde çok şaşırmıştım. Bu da kitabın içindeki güzel ve düşündürücü bir ayrıntıydı.

"Cenneti görmemiz için gözlerimizi açmamız değil, belki de kapamamız gerekir."
Cezzar Dede asıl cennetin çocukluk olduğunu savunmuştu hep. Buna ben de katılıyorum. Dünyada çocuklardan daha saf ve temiz varlıkların olmadığını düşünüyorum. Çünkü onlar yeşermeyi, dallanmayı, budaklanmayı bekleyen birer ağaç gibiler ve iyiyi kötüyü ayırmayı öğrenmeye çalışıyorlar. Herkese iyi niyetle yaklaşmaya çalışıyorlar ve kimsenin olmadığı kadar doğallar. Dolayısıyla üzgün halleri de bir o kadar saf, içten ve masum.
Cezzar Dede'nin aksine Ölüm de cennetin ciddi bir yer olduğunu anlatmaya çalışıyordu asık bir suratla. Ama sonunda Ölüm de ikna olmuş ve cenneti küçük bir kız çocuğunda görebilmeyi başarabilmişti.




"...Ancak onu büyük bir üzüntünün beklediği, daha şimdiden dolu dolu olan gözlerinden sezilebilirdi. Gerçekten de, kurdelesini düzeltirken, kızın gözünden bir damla yaş geliverdi. İşte Ölüm, bu gözyaşını gördü. Ardından çocuğun yüzünü, o yüzdeki harfleri, masalları ve cenneti farketti. Evet, çocukluk, cennetin ta kendisiydi ve cennet de seyredilmeye değerdi. Ölüm, seyrettikçe yüzünün yumuşadığını ve göklere yükselir gibi gerçek şekline erişmeye çalıştığını farketti. Bu sırada bir şey çatırdadı.Mühür kırılmış, Ölüm gülümsüyordu."

Bu kitabı başından beri büyük bir zevkle okudum. Hiçbir sayfasında sıkıldığımı hatırlamıyorum. Her şeyiyle okunmaya değer bir kitap. Herkesin kütüphanesinde bulunması gereken nadir kitaplardan.

EFRASİYAB'IN HİKAYELERİ DİJİTAL HİKAYEM

BİR GARİP RÜYA
Ölüm hikayesini bitirdiğinde hikaye anlatma sırası bana gelmişti. Bugün içinde anlatacağımız altıncı hikaye olacaktı. Fakat çok yorulmuştuk ve dinlenmeye ihtiyacımız vardı. Ölüm soğuk gözlerini bana çevirerek kendimi yormamamı, hikayemi yarın anlatabileceğimi, otele gidip dinlenmemiz gerektiğini ve Uzun İhsan’ı aramaya yarın devam edebileceğimizi söyledi. Ben de bu teklifi bekliyordum. Çünkü hem çok yorgundum hem de bir hikaye anlatmam gerekliydi. Otele girdiğimizde kendimizi yataklarımıza attık ve uykuya daldık.

Birdenbire kendimi özgür hissetmeye başladığımı fark ettim. Küçüktüm ama özgürdüm. Bu çok farklı hissettiriyordu. Yürümek için bacaklarımı hareket ettirmeye kalkıştım. Fakat bacaklarımın olmadığını fark ettim. Bu çok garipti. Daha sonra kendimi kanatlarımı açarken buldum. Ayna bulmak için odadan odaya uçuyordum. Bulduğumda ise kaknüs kuşu olduğumu fark ettim. İhtişamlı görünüyordum. Hiç olmadığım kadar özel hissediyordum kendimi. Daha sonra aynanın ardından bana kitlenmiş olan bir çift mavi göz gördüm. Ölüm’dü bu. Üzerime üzerime geliyordu. Ondan kaçmaya başladım ve kendimizi bahçede bulduk. Neden benim peşimde olduğunu anlamam çok vaktimi almadı. Çünkü Ölüm “Sana verdiğim saatleri boşa harcadın. Hikayeni şimdi anlatmazsan seni hiçbir zaman uyanmayacağın bir uykuya yatırabilirim.” dedi. Şaşırmıştım. Ne zaman sabah olmuştu? Bana zarar vermemesi için bir şeyler düşünmeye çalışıyordum. Aklıma ne geldiyse söylemeye çalıştım. Ama kelimeler bir türlü çıkmıyordu ağzımdan. Çünkü bana doğru esen rüzgar nedeniyle söyleme çalıştığım şeyler melodiye dönüşüyordu. Ve ben buna engel olamıyordum. Ölüm bağırmaya devam ediyordu. İmkanım olsaydı ben de bağırıp bir şeyler söylerdim. Ama yapamadım. Ağzımdan çıkan her melodi Ölüm’ü sinir ediyordu ve elindeki taşı bana nişan almaya itiyordu. Onunla dalga geçmememi söylüyordu. Ağlamaya başlamıştım. Bu sefer de göz yaşlarım acıklı nağmelere dönüşmüştü. Her şey bir anda gelişmişti ve biraz önce Ölüm’ün elinde duran taşı bedenimde hissetmemle uyanmam bir oldu.

 Her şeyin bir rüya olduğunu fark ettiğimde içime su serpildi. Fakat etrafıma baktığımda Kaf Dağı’nın eteklerinde olduğumu fark ettim ve ne yapacağım hakkında en ufak bir fikrim yoktu. Daha sonra omzumda bir el hissettim. Kafamı çevirip baktığımda bu kişinin Yahya Efendi Dergahı’nın son şeyhlerinden olan Abdülhay Efendi’yi gördüm. Abdülhay Efendi yanıma oturdu ve bana “Seni derdine derman olacak kişiye götüreceğim. Gel benimle.” dedi. Kaf Dağı’nda ilerlerken bir yandan da kendi hayatını anlatıyordu. Nasıl imam-hatiplik yaptığını, şeyhlik yürüttüğünü, bir taraftan da Baytar mektebinde ayniyat muhâsipliği yaptığını anlattı bana. Etrafındakilere verdiği öğütlerden de bahsediyordu. Aklımda kalan ve beni etkisi altına alan bir nasihati şöyledir: “Umûma faydası olacak hayır bırakmak ne hoştur. Hayat defteri kapanır fakat amel defteri, ondan menfaat göründüğü müddetçe kapanmaz, hayır yazılır. Üç şey vardır ki, sâhibinin hayırlı amel defterini kapatmaz. Umûma faydası dokunacak ilim, mârifet, sanat öğretmek. Bunun gibi umûma faydası dokunacak kuyu kazdırmak, su getirtmek, hastahâne, köprü, yol ve bu gibi şeyleri yapıp bırakmak ve yine kendisine hayır duâ edecek sâlih evlâd bırakmak. Öğrenenler öğrendikçe ve insanlar faydalandıkça, ilk sebeb olan zât ve hayırlı evlâdın nefsine ve diğer insanlara hayrı dokundukça mensûb olduğu anne ve babası bundan dâimâ faydalanır, namları hayırla anılır. Fakat ne çâre ki herkes buna muvaffak olamıyor. Cenâb-ı Hak cümlemizi kendi lütfuyla hayra yakın ve muvaffak kılsın...”
Uzun bir yürüyüşten sonra “İşte kızım, benim görevim buraya kadardı. Gerisini sen halledeceksin. Unutma, insan aradığı şey her ne ise onu ilk önce kalbinde bulmalıdır.” dedikten sonra gözden kayboldu. Arkamı döndüğümde bir türbe gördüm. Türbenin başında “Mevlana Celaleddin Rumi” yazıyordu. Türbenin başında ağlayan bir kadın duruyordu. Birkaç defa seslenmeme rağmen kadın dönmedi. Yanına gidip yüzünü kendime doğru çevirdim. Gördüklerim karşısında şaşkınlığa uğradım. Çünkü karşımda Kimya Hatun duruyordu. Ağladığını gördüğümde içim bir tuhaf olmuştu. Sanki benim kalbime de bir acı saplanmıştı. O kadar güzel bir kızdı ki Kimya Hatun, kitaplardaki anlatım bu güzel yüzün yanında çok sönük kalmıştı. Nihayet konuşmaya başladığında ağzından şu kelimeler döküldü: “ Senin neden burada olduğunu tahmin edebiliyorum. Çünkü ölümden korkuyorsun. Unutulmaktan ve sonsuza kadar karanlıkta kalmaktan ürküyorsun. Bunu anlayabiliyorum. Ama bu kadar korkmamalısın. Çünkü sen iyi birisin ve o uykudan kısa sürede uyanıp kendini sonsuza kadar mutlu olacağın bir yerde bulacaksın: cennette. Biliyorum, şu an bu söylediklerime inanmakta güçlük çekiyorsun ama lütfen inan bana. Ben de aynı yollardan geçtim. O yüzden birazdan seni uyandıracağım ve uyandığında ölümden ve onun aklına getirdiği karanlık düşüncelerden korkmayacaksın. Söz ver bana. Güçlü olacağına söz ver.” Ve daha sonra kendimi şu cümleleri söylerken buldum “Hayır. Hayır, lütfen beni bırakma. Biraz daha konuşalım. Benim de sana içimi açmama izin ver yalvarırım. Bu kadar erken olmaz. Biraz zamana ihtiyacım var. En azından biraz daha rüya göreyim. İmkansızlıkları biraz daha yaşayayım. Sonsuz bir uykuya dalmak için kısa bir süreliğine uyanmak istemiyorum Kimya!” Fakat o beni dinlemedi. Pamuk gibi yumuşak olan ellerini tenime değdirdiğinde çoktan uyanmıştım.

 Ve Ölüm’e anlatacağım uzun bir hikayem vardı…