11 Aralık 2015 Cuma

EYLÜL

Bir kadınla, kocasının yakın arkadaşı olan bir adam arasında yaşanan yasak aşk ve bunlardan habersiz kocanın ruhsal durumları, kadının ve erkeğin toplumsal rolleri çarpıcı bir şekilde anlatılmaktadır.

Yasak aşkın heyecanı, imkansızlığı, şüpheler, kıskançlıklar, vicdan azapları, öfke ve tutku, "kadınlık" ve "erkeklik" halleri...

Kaderimizi biz mi çizeriz yoksa çevremizdekiler mi?

Ya da kaderin önüne geçilemez mi?













MEHMET RAUF

12 Ağustos 1875 tarihinde İstanbul'da doğdu. İlk ve orta öğrenimini, Balat'daki mahalle mektebi ve Soğukçeşme Askeri Rüşdiyesi'nde gördü.

Bahriye mektebini bitirerek (1893) deniz subayı oldu. 1894'de staj için Girit'e gitti. 1895'de Kiel kanalının açılış merasiminde bulunmak üzere Almanya'ya gönderildi. Dönüşünde, Trabya'da elçilik gemilerinin irtibat subaylığına atandı. Üç kez evlendi. İlk eşi Tevfik Fikret'in halasının kızıdır. 1908'den sonra Bahriye'den ayrılarak, hayatını yazarlıkla kazanmaya çalıştı. Cumhuriyet devrinde kadın dergileri çıkardı. Ticaretle uğraşmasına rağmen, eknomik sıkıtıdan bir türlü kurtulamadı. 23 Aralık 1931 tarihinde yoksulluk içinde İstanbul'da öldü.




ESERLERİ

Romanları:
Eylül,Ferda-ı Garam, Karanfil ve Yasemin, Genç Kız Kalbi, Böğürtlen, Son Yıldız, Halas, Ceriha, Kan Damlası.

Hikaye kitapları:
İhtizar, Son Emel, Aşk Kadını, Eski Aşk Geceleri,İlk Temas, İlk Zevk.

Oyun:
Pençe

Düzyazı şiirler:
Siyah İnciler



EYLÜL

"Eee, sonbahar bu... Artık bu kadar güzellik ve sıcaklık verdikten sonra! Eylülden daha ne beklenir. Eylül, malum ya, hüzün ve yağmur ayıdır." -Süreyya

Eylül, Servet-i Fünun dönemi eserlerindendir. Ayrıca edebiyatımızın ilk psikolojik romanıdır. Bu nedenle kitapta olaylardan çok karakterlerin iç dünyalarına yer verilmiştir. Mehmet Rauf'un bu işi ustaca yaptığını söyleyebilirim. Sayfalarca süren karakterlerin düşünceleri, kitabı okurken sizi hiç sıkmıyor. Çünkü okurken kendinizi "Bir sonraki bölümde ne olacak?" diye sorarken değil, "Bu olanların karşısında bu karakter ne düşünüyor?" diye sorarken bulacaksınız. Kitabın konusu ve karakterleri hemen sizi kendine çekecek nitelikte. Kitapta bir yasak aşk anlatılıyor. Evli bir kadın olan Suad'ın, kocası Süreyya'nın yakın arkadaşı olan Necib ile yakınlaşması konu alınıyor. Konu klişe olsa da anlatımının özgün olmasından kaynaklanan bir güzelliği var kitabın.


"Senin, senin için, gözlerin için ölüyorum." -Necib, Suad hakkında

Kitabın başında Necib her ne kadar evlenme fikrine karşı çıksa da, yaz mevsiminde Boğaza taşınıp kendisine daha da yakın olan Suad'dan etkileniyor. Suad gibi birini istediğini sansa da aslında Suad'ı istiyor. Bunu fark ettiği anda da işler iyice karışıyor ve karakterlerimizi bir bunalım hali bekliyor. Başlarda kendine itiraf edemese de içinde Suad'a karşı taşıdığı kıvılcım ateşlenince, sevgisi başa çıkılmaz bir hal alıyor.  Necib zaman zaman yaptığı hareketlerden, Süreyya sandaldayken Suad ile baş başa  piyano çalarken veya bir gün Suad'a "Sizin gibi biriyle evlenmek istiyorum." demesinden sevgisini belli etse de Suad anlamıyor. Fakat bir gün Necip bu evli çiftin arasını bozmamak için yalıya son kez gitmeye karar veriyor ve gittiğinde Suad'ın eldivenini alıyor. Bu aşkın kıvılcımları Suad için işte bu olaydan sonra alev alıyor. Suad, eldivenin Necib de olduğunu fark edince, Necib'e farklı bir gözle bakmaya başlıyor. Sanırım kitabın beni en çok etkileyen kısımlarından biri de işte bu sıralarda gerçekleşiyor. Suad, Necib'i sevdiğini fark edip bir akşam Necib gidecekken "Yine gelir elbet..." diyerek bunu Necib'e de bildiriyor. Bu olay karşısında Necib havalara uçuyor. 

"Ben onu bilmiyormuşum. Büsbütün başka bir adammış!" -Suad, Süreyya hakkında

Bana kalırsa Süreyya bencil bir adam. Her şeyden çabuk bıkan, hiçbir şeyden memnun olmayan huysuz adamın teki. Ayrıca babasına karşı sesini bile çıkarmayan pısırık bir kimse. Geç olsa da Suad
bunu fark ediyor ve Süreyya'dan soğumaya başlıyor. Bu sırada da Necib'e karşı bir şeyler hissetmeye başlıyor. Yani Suad ve Necib aşkının ateşini körükleyen kişi Süreyya'dır. Karısına, hak ettiği ilgiyi göstermeyişi okurken beni rahatsız etti. Kadınlar Suad gibi olmaya, erkekler Suad gibi bir kadınla olmaya çabalarlarken Süreyya Suad'a arkadaşıymış gibi davranıyor, doğru düzgün sohbet bile etmiyordu. Fakat Necib Bey sürekli Suad ile piyano çalıp onunla konuşuyor, iyi vakit geçirmeye çabalıyordu. Süreyya ise Boğaz'dan konağa taşınma kararını tek başına alıp, Suad fikrini belirtecek iken onu sert bir dille susturan bir koca.

"Gitmek, oraya gitmek, Suad'ı, Suad'ını görmek, ona düşkünlük arzusuyla sarhoş, koşturarak yürüyordu... Ve ilk rastladığı arabaya atlayıp eliyle ilerisini gösterdi. İleriye, evet sanki geleceğine gidiyordu."

Kitabın başından beri Necib ile Suad'ın birlikte olmalarını istedim. Gerek zevkleri, gerek kişilikleri birbirlerine çok uyumluydu. Fakat öyle olmadı. Aşık olmasına oldular ama sonlara doğru ayrı düştüler. İkisi de birbirleri için "Acaba bana olan aşkı gerçek  değil mi?" diye düşünmeye başlayınca eskisi kadar iyi olamadı araları. Bir de konağa taşındıkları için ev çok kalabalıktı. Süreyya'nın kız kardeşi Hacer, Suad ve Necib hakkında dedikodular çıkarmıştı zaten. Eh bir de eylül gelmişti...

"Ah Eylül!.. Eylül!.. Hayatın mutluluğunu bilmemekte, anlamamakta... Halbuki onu yaşayıp bilmemek mümkün değil... Bir kere eylül geldi mi? Boş... Hiçbir ümit..."

Her ne kadar birbirleriyle konuşmak isteseler de kendilerini tuttular ve bu onları içten içe yeyip bitirdi. Necib Suad'a her baktığında Suad'ın ödü kopuyordu görüp anlayacaklar diye. Necib konakta  Hacer ile konuşuyordu çoğu zaman. Suad ise bir köşeye sinip onları izliyordu. Bu yaşananlar tekrarlanınca birbirlerinden ayrı düştüler. Fakat Necib'in sarhoş olması nedeniyle bir gece konakta kalması üzerine birbirleriyle görüşme fırsatı buldular. Necib kaçmak istedi. Suad'ı da yanında götürmek istedi. Fakat birkaç gece önce Süreyya af dilemişti Suad'dan. Suad, Süreyya'yı nasıl bırakabilirdi? Suad teklifi reddetti. Eylül, onların aşklarının üzerine işte böyle çöktü.
"Pekala, ya şimdi...Şimdi de Hacer mi var? İşte şimdi de öldüğümü görüyorsun. Şimdi de inliyorum... Ve sen hala taş gibi, hala kalpsiz... Bana bir bakışın bir ay yeter. Bunlar hep yalan... Asıl gerçeği niçin söylememeli? Senin gözlerin söylüyor ki: Artık her şey bitti... Yalan, yalan... Ah, hep yalansınız!.."
Fakat hiçbir şey bitmiş değildi. Hala birbirlerini seviyorlardı. Suad'ı konaktaki yangından kurtarmak için Necib tereddüt etmeden alevlerin arasına daldı. Süreyya ise öylece bekledi. Süreyya'yı sevmediğimi ve ilgisiz bulduğumu zaten söylemiştim. Onun bu hareketi de fikrimi kanıtlar nitelikte. Süreyya Suad'ı hak etmedi. Ama Necib Suad'ı çok sevdi ve kendi yaşamını aşkı için tehlikeye attı. Ve Necib'in bu hareketi sayesinde sonsuza kadar birlikte olma şansı yakaladılar. Zaten bu dünyada birlikte olmak zorunda değillerdi. Onlar da daha huzurlu bir yer seçtiler.



Genel olarak kitabı çok beğendiğimi söyleyebilirim. Suad ve Necib'in aşkı çok güzel bir dille
anlatılmıştı. İç dünyaları anlatılırken kullanılan tasvirler yerindeydi ve bu detaylar kitabı etkileyici kılıyordu. Verilmek istenen mesaj da gayet açık. Mehmet Rauf, evliliğin önemli bir şey olduğunu ve ortak zevklerimizi paylaştığımız kimselerle bizlere uygun olduklarından emin olduğumuz da evlenmeliyiz. Aksi takdirde çiftlerin birbirlerine olan sevgileri azaldıkça saygıları da azalır ve aldatmaya kadar giden sonuçlar doğurur. Kitabın adının Eylül konması yerinde bir hareket olmuş. Eylül bu kitap için bir metafordur. Cıvıl cıvıl geçen yaz mevsiminden sonra ayrılığı, hastalığı ve hüznü çağrıştırır eylül. Çeşitli felaketler gerçekleşecekmiş gibi hissederiz. Kitapta da eylül ayı geldiği zaman Suad ve Necib ölüyor. Suad eylül ayı geldiği için kendini kadınlığının sonbaharında hissediyor, tek eksiğinin çocuk olduğunu sanıyor, hayatının sonbaharında olduğunu bilmiyor... 


24 Mayıs 2015 Pazar

BLOG DEĞERLENDİRMESİ

Değerlendirdiğim Blog : http://145kitaplar.blogspot.com.tr/

Blogun sahibi Ömer Ali Dimaç, okuması gereken bütün kitaplarla ilgili paylaşımlarda bulunmuş. Blogda üç kitap için de dijital hikaye bulunuyor fakat "sözde" dijital hikaye. Çünkü dijital hikayelerinin hiçbirinde ses yok. Hepsinde alt yazı var. Blogunda kitaplarla ilgili yorumlarını dile getirmekten kaçınmış. Yorum kısmını olabildiğince kısa tutmuş. Sadece Puslu Kıtalar Atlası adlı kitabın yorumu diğerlerine nazaran uzun. Kitapların hepsinin soruları cevaplanmış. Fakat bazı yerlerde dil bilgisi yanlışları var. Yazarların hayatını anlatmaya başlamadan önce birer adet fotoğraflarını koyabilirdi. Sait Faik ve Musahipzade Celal'in fotoğraflarını koymuş ancak İhsan Oktay Anar'ın fotoğrafı yok. Yazarların hayatının altında kaynakça belirtmesi iyi olmuş. İstanbul Efendisi adlı tiyatro oyunu için link konması iyi düşünülmüş bir şey. Biraz daha gayretle daha iyi bir blog oluşturulabilirdi.



BLOGLAR İÇİN DEĞERLENDİRME ÖLÇEĞİ

Geliştirilebilir
Yeterli
İyi
Çok İyi
Blog Tasarımı

X



Kitap Sorularına Verilen Yanıtlar


              
                X

Dijital Öyküler

                X



Dil-Anlatım, Üslup

              

                X


Kullanılan Görseller
           
              

                X


Linkler



            
               X

İçerik


             
                X


Güncellik



        
               X

Kaynakça




      
                X


23 Mayıs 2015 Cumartesi

KUYUCAKLI YUSUF

"Bu manasız ve yabancı hayatta bir tek şeye hakikaten sarılmış, hakikaten inanır gibi olmuştu. Bu da karısı idi. Muazzez'in varlığı Yusuf için büyük, boşlukları dolduracak mahiyette bir şey değildi, fakat onun yokluğu müthişti. Onun bu kadar sebepsiz yere, bu kadar insafsızca Yusuf'un hayatından koparılması çıldırtacak kadar acı idi. Hayatında asıl aradığı şeyin Muazzez olmadığını biliyordu, fakat Muazzez olmadan bunu aramaya muktedir olamayacağını sanıyordu."

Kuyucaklı Yusuf Türk edebiyatının belki de en romantik kahramanıdır. Hayatın ve insanların zalimliği karşısındaki naif duruşu ile bir yandan trajik bir sona ilerlerken, bir yandan da yaşadığı lirik aşk hiyakesinin kahramanı olarak edebiyat tarihinde yerini almıştır.












SABAHATTİN ALİ

Sabahattin Ali, 25 Şubat 1907'de Gümülcine'de doğdu. 2 Nisan 1948'de Kırklareli'nde öldü. İstanbul İlköğretmen Okulu'nu bitiren Sabahattin Ali, Yozgat'ta bir yıl öğretmenlikten sonra, 1928 yılında Milli Eğitim Bakanlığı'nca Almanya'ya gönderildi. 1930'da döndükten sonra Aydın, Konya ve Ankara ortaokullarında Almanca öğretmenliği, Milli Eğitim Bakanlığı Yayın Müdürlüğü'nde memurluk ve Devlet Konservatuarı'nda dramaturgluk yaptı. 1945'te Bakanlık emrine alındı, İstanbul'da Markopaşa adlı mizah gazetesini çıkardı. 1948'de bir yazısı yüzünden tutuklandı, üç ay kadar hapis yattı. Sürekli izlendiği için yurtdışına kaçmak istedi, ancak Kırklareli dolaylarında bir kaçakçı tarafından öldürüldüğü iddia edildi. 

Romanları

  • Kuyucaklı Yusuf (1937)
  • İçimizdeki Şeytan (1940)
  • Kürk Mantolu Madonna (1943)
(Eserlerinin devamı için; http://tr.wikipedia.org/wiki/Sabahattin_Ali)

KUYUCAKLI YUSUF

Kuyucaklı Yusuf Sabahattin Ali'nin 1937 yılında çıkardığı romanıdır. Kitapta yetim bir çocuğun öyküsü anlatılır. Yusuf'un annesi ve babası ölmüştür ve kaymakamın yanında yaşamaya başlamıştır. Kitap, okuduğum ikinci Sabahattin Ali kitabıdır. Geçen sene Kürk Mantolu Madonna'yı okumuş ve çok beğenmiştim. Bu nedenle bu kitaba olumlu bir ön yargıyla başladım. Kitabın konusu beni çok cezbetmese de sürükleyici bir kitaptı. Ve anlatım şekli kendine has olduğundan çok güzeldi. Kitapta en sevdiğim karakter Yusuf'tan ziyade Salahattin Bey idi. Herkes için hep fedakarlıklar yaptı ve aileyi bir arada tutmaya çalıştı. 

Yusuf ve Muazzez'in ilişkisine bir türlü sıcak bakamadım. Yusuf başta ağabeylik ettiği bu kıza nikah kıyınca çok şaşırdım. Bence böyle bir şey olmaması gerekiyordu. Bu olay Yusuf'u sevmememe neden oldu diyebilirim. Muazzez'i de Yusuf'a "Hiç kimseyi istemiyorum!" diye bağırdığı, sesini duyurmak istediği o çaresiz haliyle sevmeye başladım. Ama Yusuf ve Muazzez ilişkisi beni Muazzez'den de soğutmaya itti. Başta arkadaşı Ali'den aldığı üç yüz altına karşılık Muazzez'i vermeyi düşünmesi de Yusuf'u sevmemem için başka bir neden. Fakat daha sonra 

Kitabın sonunda Yusuf'un ölmesini bekledim. Beklediğim gibi olmadı. Onun yerine Muazzez öldü. Yusuf'un ölmemesine biraz şaşırdım açıkçası. Hastalandığı zaman öleceği kesin diye düşünmüştüm. Ve eğer Yusuf ölürse kitabın sonu daha acı olur diye düşünmüştüm. Muazzez'i pek sevmediğimden kitabın sonunda hiç üzülmedim. 

Bu kitabı Kürk Mantolu Madonna'dan önce okusaydım belki sevebilirdim diye düşünüyorum. Sanırım beklentilerimi yüksek tuttuğum için bir türlü Kürk Mantolu Madonna'da ki tadı yakalayamadım. 

Yusuf'u lirik veya aşık veya kahraman olarak nitelendirebilir miyiz? Züleyha'nın Yusuf'uyla Kuyucaklı Yusuf arasındaki benzerlikleri/farklılıkları, aşka bakış açılarını, serüvenlerini, derinliklerini vs. karşılaştırınız. Hangisi sizin Yusuf'unuz? Siz hangi Yusuf'sunuz?
Bence Yusuf'u ne lirik ne aşık ne de kahraman olarak değerlendirebiliriz. Yusuf'u zaten sevemediğim için hiçbir kavramı ona yakıştıramıyorum. Muazzez'le olan ilişkisini desteklemediğimi zaten belirtmiştim. Bu nedenle aşık olmadığını düşünüyorum. Muazzez ile evliyken bile onu Şahinde'den bir koca gibi değilde bir ağabey gibi koruyordu. Kitabın hiçbir yerinde Yusuf'un aşık olduğunu veya kahraman olduğunu sezemedim. Züleyha'nın Yusuf'unun yaşadığı acılar daha iyi anlatılmıştı ve hikayesi daha derindi. Bu nedenle ona çok üzülmüştüm. Aynı şeyi Kuyucaklı Yusuf için söyleyemeyeceğim maalesef. Tabii ki Kuyucaklı Yusuf'un başına birçok talihsizlik geldi fakat karakter bakımından bir türlü sevemedim. Dediğim gibi Kuyucaklı Yusuf'un Muazzez'e olan aşkını sezemedim ve bana aşkı hiç gerçekçi gelmedi. Muazzez'i hep küçük kardeşi gibi gördüğünü düşünüyorum. Ancak Züleyha'nın Yusuf'u aşık olduğunu hemen belli ediyordu. Ayrıca Züleyha'nın Yusuf'a duyduğu aşk da gayet gerçekçiydi. Bu nedenle benim Yusuf'um Züleyha'nın Yusuf'u. Bu iki Yusuf'tan hiçbiri beni yansıtmıyor aslında. Ama illaki bir cevap vereceksem Kuyucaklı Yusuf derim. Her ne kadar kendisini sevmesem de hislerini kolay kolay belli etmeyen bir yapısı var Yusuf'un. Bu nedenle onu kendime daha yakın hissediyorum. Ancak her ne kadar adaletli anlatılsa da, başta Ali'ye Muazzez konusunda söz verip üç yüz altını aldıktan ve Ali öldürüldükten sonra dönüp Ali'nin ailesinin yüzüne bakmayan, üstüne üstlük Muazzez'i kendi karısı yapan Kuyucaklı Yusuf'un bu yönden beni yansıtmadığını kesin olarak söyleyebilirim.


KUYUCAKLI YUSUF DİJİTAL HİKAYEM








29 Nisan 2015 Çarşamba

EFRASİYAB'IN HİKAYELERİ

Çok uzak zamanlarda değil, günümüzün otuz, bilemediniz elli yıl öncesinde, üstelik hep “ülkemizde” geçiyor Efrâsiyâb’ın Hikâyeleri. Ancak... Sanki o zamanlardan ve o mekânlardan değil de, başka zaman ve mekânlardan, hatta başka dillerden aşina olduğumuz hikâyeler...


















İHSAN OKTAY ANAR

İhsan Oktay Anar 1960 yılında Yozgat'ta doğdu. Lisans, master ve doktora eğitimini Ege Üniversitesi Felsefe Bölümü'nde yaptı. Halen aynı okulda öğretim üyeliği yapmaktadır. Türk edebiyatının son yıllarda yetiştirdiği en büyük isimlerdedir. Her bir kitabının çok uzun araştırmalardan sonra yazıldığı içerdikleri ağır tarihi bilgi ile göze çarpar. Eserleri pek çok küçük hikaye etrafında örülmüş büyük bir roman biçimindedir. Puslu Kıtalar Atlası 20 den fazla dile çevirilmiş ve Kültür Bakanlığı tarafından tanıtılmıştır. Anar, "edebiyatımıza kazandırdığı birbirinden önemli romanları ve bu romanlarda ortaya koyduğu özgün üslubu" nedeniyle 2009 yılında Erdal Öz Edebiyat Ödülü'ne layık görülmüştür.

(http://www.idefix.com/kitap/ihsan-oktay-anar/urun_liste.asp?kid=305 sitesinden alıntıdır.)







ESERLERİ

  • Puslu Kıtalar Atlası
  • Kitab-ül Hiyel
  • Efrasiyab'ın Hikayeleri
  • Amat
  • Suskunlar
  • Yedinci Gün
  • Galiz Kahraman

EFRASİYAB'IN HİKAYELERİ

Efrâsiyâb'ın Hikâyeleri, İhsan Oktay Anar'ın kurmaca hikâyelerden oluşan Şubat 1998'te yayımlanan romanı. Okuduğum ilk İhsan Oktay Anar eseridir. Kitap hikaye içinde hikaye barındırır. Kitap hakkında en sevdiğim şey de bu oldu zaten. Çünkü hikayelerden mutlaka kendinize uygun olan birini bulabiliyorsunuz. Bu nedenle de kitap hem size kendini sevdiriyor, hem de sürükleyiciliğiyle sizleri içine almayı başarıyor. Kitap Ölüm ile Cezzar Dede'nin birbirlerine anlattıkları hikayeleri konu alır. Toplam sekiz hikaye vardır. Konuları; korku, din, aşk ve cennettir. Ben genel olarak Ölüm'ün hikayelerini beğendim. Üslubu her zaman Cezzar Dede'ye göre daha ciddi ve akıcıydı. Anlattığı hikayenin içinde de bir sürü hikaye vardı ve bu hikayeleri bir noktada birleştirmeyi ihmal etmiyordu. Cezzar Dede'nin hikayelerinin eğlenceli yönü daha ağır basıyordu. Özellikle Bir Hac Ziyareti hikayesini okurken eğlendiğimi söylemeliyim. Cezzar Dede'nin hikayeleri bu yönde olsa da kendisi Ölüm'den daha bilge bir kişiliktir. Kitapta zevkle okuduğum yerler Cezzar Dede ile ölümün kitabın sonlarına doğru yaptıkları konuşmalardı. Cezzar Dede asıl cennetin çocuklar olduğunu anlatıyordu Ölüm'e.




"Pencereden ayışığı sızıyor ve küçük kızın yüzünü aydınlatıyordu. Cenneti görmek için aslında bu kadar ışık bile yetmez miydi?"


En sevdiğim hikayelerden biri Ölüm tarafından anlatılan Güneşli Günler idi. Güneşli Günler bir korku hikayesiydi ve Kont'un kanını  içtiği çocuğa olacakları büyük bir merak içerisinde okudum. Sağır'ı başta iyi sanmıştım. Fakat Kont için küçük çocuğun kanını aldığında Sağır'dan da nefret ettim. Bu hikayeyi sevmemin nedeni okulda geçmesiydi sanırım. Yatılı okulda haylaz erkek öğrencilerin başından geçen maceralar ilgimi çekti. Sözlü zamanı hissettikleri korkuları, derslerle olan boğuşmalarını zevkle okudum.

"Çirkinliği gördüğü dünyanın tersine, Güzelliği ancak, hayran olduğu dahi ressamların tablolarında buluyor, oysa bu sanatçıların, kendisinin çirkinlik bulduğu dünyada güzelliği gördüklerini kafası pek almıyordu."


“Artistik ve ahlaki değerlere asırlar boyu bir türlü erişemedikleri için bunlar uğruna bir ömür harcamayı enayilik olarak gören ve güzelliği üretmek yerine onu para, şiddet ya da kurnazlıkla elde etmeyi fazilet sayan insanların ülkesindeki okullarda, en az rağbet gören ve pek ciddiye alınmayan bir ders de resimdi…”

Kitapta sevdiğim diğer hikaye ise Cezzar Dede tarafından anlatılan Ezine Canavarı idi. Uzun bir hikayeydi fakat yazar hikayenin içinde anlattığı hikayeleri birbirleriyle bağdaştırmayı ihmal etmediğinden kara karıştırmıyordu. En eğlenceli hikayelerden biriydi. Tellak, Maymun Saniye ve Nafile Kalfa eğlenceli karakterlerdi. Hikayenin sonunda kızlarla oğlanların, Hamiyet ile Ayvaz'ın birleşeceğinden neredeyse emindim fakat beklediğim gibi olmadı. Cezzar Dede hikayesini beklenmeyen bir sonla bitirmişti. Bu sona Ölüm de şaşırmıştı. Ve ikisinin de söyleyeceği daha çok şey vardı. Cezzar Dede hikayesini bitirdiğinde Ölüm ona okumaktan zevk aldığım şu sözleri söylemişti:


"Her insan ancak bilmediği şeyden korkar. Korkusunu yenmek için bilmek ister. Fakat bilmesi için araması gerekir. işte, din de bu arayış değil midir? Bununla birlikte, eğer insan bir şeyi arıyorsa, onu bulmuş ve ona kavuşmuş da değildir. Kavuşamadığı şeye erişmek için can atar. Eh! Bu da aşktır işte!"
Bu sözler üzerine Cezzar Dede deyim yerindeyse nokta atışı yapar.


"İşte o zaman meşk başlar. Zaten cennet de budur! Ve gülümseyen herkes cennete bakıyor demektir." 
Kitaptaki en sevdiğim cümlelerden biri de bu cümleydi. Okuduktan sonra bir süre durup, daha sonra devam ettiğimi hatırlıyor gibiyim.

Uzun İhsan'ı ararlarken geçtikleri mahallelerin adlarına, kitabı okurken hiç dikkat etmemiştim. Kitap yorumlarını okurken, bu mahalle isimlerinin aslında cennetin katları olduğunu öğrendiğimde çok şaşırmıştım. Bu da kitabın içindeki güzel ve düşündürücü bir ayrıntıydı.

"Cenneti görmemiz için gözlerimizi açmamız değil, belki de kapamamız gerekir."
Cezzar Dede asıl cennetin çocukluk olduğunu savunmuştu hep. Buna ben de katılıyorum. Dünyada çocuklardan daha saf ve temiz varlıkların olmadığını düşünüyorum. Çünkü onlar yeşermeyi, dallanmayı, budaklanmayı bekleyen birer ağaç gibiler ve iyiyi kötüyü ayırmayı öğrenmeye çalışıyorlar. Herkese iyi niyetle yaklaşmaya çalışıyorlar ve kimsenin olmadığı kadar doğallar. Dolayısıyla üzgün halleri de bir o kadar saf, içten ve masum.
Cezzar Dede'nin aksine Ölüm de cennetin ciddi bir yer olduğunu anlatmaya çalışıyordu asık bir suratla. Ama sonunda Ölüm de ikna olmuş ve cenneti küçük bir kız çocuğunda görebilmeyi başarabilmişti.




"...Ancak onu büyük bir üzüntünün beklediği, daha şimdiden dolu dolu olan gözlerinden sezilebilirdi. Gerçekten de, kurdelesini düzeltirken, kızın gözünden bir damla yaş geliverdi. İşte Ölüm, bu gözyaşını gördü. Ardından çocuğun yüzünü, o yüzdeki harfleri, masalları ve cenneti farketti. Evet, çocukluk, cennetin ta kendisiydi ve cennet de seyredilmeye değerdi. Ölüm, seyrettikçe yüzünün yumuşadığını ve göklere yükselir gibi gerçek şekline erişmeye çalıştığını farketti. Bu sırada bir şey çatırdadı.Mühür kırılmış, Ölüm gülümsüyordu."

Bu kitabı başından beri büyük bir zevkle okudum. Hiçbir sayfasında sıkıldığımı hatırlamıyorum. Her şeyiyle okunmaya değer bir kitap. Herkesin kütüphanesinde bulunması gereken nadir kitaplardan.

EFRASİYAB'IN HİKAYELERİ DİJİTAL HİKAYEM

BİR GARİP RÜYA
Ölüm hikayesini bitirdiğinde hikaye anlatma sırası bana gelmişti. Bugün içinde anlatacağımız altıncı hikaye olacaktı. Fakat çok yorulmuştuk ve dinlenmeye ihtiyacımız vardı. Ölüm soğuk gözlerini bana çevirerek kendimi yormamamı, hikayemi yarın anlatabileceğimi, otele gidip dinlenmemiz gerektiğini ve Uzun İhsan’ı aramaya yarın devam edebileceğimizi söyledi. Ben de bu teklifi bekliyordum. Çünkü hem çok yorgundum hem de bir hikaye anlatmam gerekliydi. Otele girdiğimizde kendimizi yataklarımıza attık ve uykuya daldık.

Birdenbire kendimi özgür hissetmeye başladığımı fark ettim. Küçüktüm ama özgürdüm. Bu çok farklı hissettiriyordu. Yürümek için bacaklarımı hareket ettirmeye kalkıştım. Fakat bacaklarımın olmadığını fark ettim. Bu çok garipti. Daha sonra kendimi kanatlarımı açarken buldum. Ayna bulmak için odadan odaya uçuyordum. Bulduğumda ise kaknüs kuşu olduğumu fark ettim. İhtişamlı görünüyordum. Hiç olmadığım kadar özel hissediyordum kendimi. Daha sonra aynanın ardından bana kitlenmiş olan bir çift mavi göz gördüm. Ölüm’dü bu. Üzerime üzerime geliyordu. Ondan kaçmaya başladım ve kendimizi bahçede bulduk. Neden benim peşimde olduğunu anlamam çok vaktimi almadı. Çünkü Ölüm “Sana verdiğim saatleri boşa harcadın. Hikayeni şimdi anlatmazsan seni hiçbir zaman uyanmayacağın bir uykuya yatırabilirim.” dedi. Şaşırmıştım. Ne zaman sabah olmuştu? Bana zarar vermemesi için bir şeyler düşünmeye çalışıyordum. Aklıma ne geldiyse söylemeye çalıştım. Ama kelimeler bir türlü çıkmıyordu ağzımdan. Çünkü bana doğru esen rüzgar nedeniyle söyleme çalıştığım şeyler melodiye dönüşüyordu. Ve ben buna engel olamıyordum. Ölüm bağırmaya devam ediyordu. İmkanım olsaydı ben de bağırıp bir şeyler söylerdim. Ama yapamadım. Ağzımdan çıkan her melodi Ölüm’ü sinir ediyordu ve elindeki taşı bana nişan almaya itiyordu. Onunla dalga geçmememi söylüyordu. Ağlamaya başlamıştım. Bu sefer de göz yaşlarım acıklı nağmelere dönüşmüştü. Her şey bir anda gelişmişti ve biraz önce Ölüm’ün elinde duran taşı bedenimde hissetmemle uyanmam bir oldu.

 Her şeyin bir rüya olduğunu fark ettiğimde içime su serpildi. Fakat etrafıma baktığımda Kaf Dağı’nın eteklerinde olduğumu fark ettim ve ne yapacağım hakkında en ufak bir fikrim yoktu. Daha sonra omzumda bir el hissettim. Kafamı çevirip baktığımda bu kişinin Yahya Efendi Dergahı’nın son şeyhlerinden olan Abdülhay Efendi’yi gördüm. Abdülhay Efendi yanıma oturdu ve bana “Seni derdine derman olacak kişiye götüreceğim. Gel benimle.” dedi. Kaf Dağı’nda ilerlerken bir yandan da kendi hayatını anlatıyordu. Nasıl imam-hatiplik yaptığını, şeyhlik yürüttüğünü, bir taraftan da Baytar mektebinde ayniyat muhâsipliği yaptığını anlattı bana. Etrafındakilere verdiği öğütlerden de bahsediyordu. Aklımda kalan ve beni etkisi altına alan bir nasihati şöyledir: “Umûma faydası olacak hayır bırakmak ne hoştur. Hayat defteri kapanır fakat amel defteri, ondan menfaat göründüğü müddetçe kapanmaz, hayır yazılır. Üç şey vardır ki, sâhibinin hayırlı amel defterini kapatmaz. Umûma faydası dokunacak ilim, mârifet, sanat öğretmek. Bunun gibi umûma faydası dokunacak kuyu kazdırmak, su getirtmek, hastahâne, köprü, yol ve bu gibi şeyleri yapıp bırakmak ve yine kendisine hayır duâ edecek sâlih evlâd bırakmak. Öğrenenler öğrendikçe ve insanlar faydalandıkça, ilk sebeb olan zât ve hayırlı evlâdın nefsine ve diğer insanlara hayrı dokundukça mensûb olduğu anne ve babası bundan dâimâ faydalanır, namları hayırla anılır. Fakat ne çâre ki herkes buna muvaffak olamıyor. Cenâb-ı Hak cümlemizi kendi lütfuyla hayra yakın ve muvaffak kılsın...”
Uzun bir yürüyüşten sonra “İşte kızım, benim görevim buraya kadardı. Gerisini sen halledeceksin. Unutma, insan aradığı şey her ne ise onu ilk önce kalbinde bulmalıdır.” dedikten sonra gözden kayboldu. Arkamı döndüğümde bir türbe gördüm. Türbenin başında “Mevlana Celaleddin Rumi” yazıyordu. Türbenin başında ağlayan bir kadın duruyordu. Birkaç defa seslenmeme rağmen kadın dönmedi. Yanına gidip yüzünü kendime doğru çevirdim. Gördüklerim karşısında şaşkınlığa uğradım. Çünkü karşımda Kimya Hatun duruyordu. Ağladığını gördüğümde içim bir tuhaf olmuştu. Sanki benim kalbime de bir acı saplanmıştı. O kadar güzel bir kızdı ki Kimya Hatun, kitaplardaki anlatım bu güzel yüzün yanında çok sönük kalmıştı. Nihayet konuşmaya başladığında ağzından şu kelimeler döküldü: “ Senin neden burada olduğunu tahmin edebiliyorum. Çünkü ölümden korkuyorsun. Unutulmaktan ve sonsuza kadar karanlıkta kalmaktan ürküyorsun. Bunu anlayabiliyorum. Ama bu kadar korkmamalısın. Çünkü sen iyi birisin ve o uykudan kısa sürede uyanıp kendini sonsuza kadar mutlu olacağın bir yerde bulacaksın: cennette. Biliyorum, şu an bu söylediklerime inanmakta güçlük çekiyorsun ama lütfen inan bana. Ben de aynı yollardan geçtim. O yüzden birazdan seni uyandıracağım ve uyandığında ölümden ve onun aklına getirdiği karanlık düşüncelerden korkmayacaksın. Söz ver bana. Güçlü olacağına söz ver.” Ve daha sonra kendimi şu cümleleri söylerken buldum “Hayır. Hayır, lütfen beni bırakma. Biraz daha konuşalım. Benim de sana içimi açmama izin ver yalvarırım. Bu kadar erken olmaz. Biraz zamana ihtiyacım var. En azından biraz daha rüya göreyim. İmkansızlıkları biraz daha yaşayayım. Sonsuz bir uykuya dalmak için kısa bir süreliğine uyanmak istemiyorum Kimya!” Fakat o beni dinlemedi. Pamuk gibi yumuşak olan ellerini tenime değdirdiğinde çoktan uyanmıştım.

 Ve Ölüm’e anlatacağım uzun bir hikayem vardı…

20 Mart 2015 Cuma

BAB-I ESRAR

Kayıp babasıyla doğacak çocuğu arasında kalmış bir kadın... Hayatın anlamını arayan bir insan: Karen Kimya... Kapıları sırlara açılan bir kent... Sırların mucizelere dönüştüğü geceler. Mucizelerin hakikat sayıldığı zamanlar... Yedi yüz yıl öncesinden gelen bir fısıltı... Aşkı sadece aşkla tartanların ıtırlı soluğu... Ölümün yok edemediği bir sevda... Yıllara direnen bir sevgi; Şems-i Tebrizi ve Mevlâna Celaleddin-i Rumi... Günümüzden yedi yüz küsur yıl öncesine uzanan gerilim dolu, heyecan yüklü, mistik bir serüven...

"Taşta kan vardı, gökyüzünde dolunay, bahçede toprak kokusu. Ürkütücü bir serinlik içinde yüzüyordu ağaçlar. Kış güllerinin katmerlenme vaktiydi, nergislerin tazelenme demi. Yedi kişi girmişti bahçeye... Yedi öfkeli yürek, nefretin ele geçirdiği yedi akıl, yedi keskin bıçak. Yedi lanetli adam bahçenin sessizliğini yedi parçaya bölerek yürüdü kurbanlarının bulunduğu tahta kapıya...

Taşta kan vardı. Bahçede ürkütücü bir serinlik. Cinayetin tek tanığı dolunaydı. Hiç şaşırmadan, ürpermeden, korkmadan bakıyordu uzun boylu kavak ağaçlarının ölü yapraklarının arasından. Yedi kişiden en genç olanı vurmuştu kapıya. En yaşlı olanı çağırmıştı içeridekini. Yedi kişinin yedisi birden saplamıştı bıçaklarını içeriden çıkana.

Taşta kan vardı. İnsanların yüreklerinde nefret, dolunayda derin bir sükûnet..."

AHMET ÜMİT

Ahmet Ümit 1960 yılında
Gaziantep’te doğdu.1983 yılında Marmara Üniversitesi Kamu Yönetimi bölümünü
bitirdi.1985-86 yıllarında Moskova’da Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde eğitim
gördü. Türkiye’nin en önemli polisiye ve suç yazarlarından biridir.

İlk öyküsünü 1982 yılında kaleme aldı. Bu öykü 40 dilde yayınlanan bir dergide
basıldı. 


Hikayelerinden Başkomser Nevzat Çiçekçinin Ölümü Başkomser Nevzat Tapınak
Fahişeleri ve Başkomser Nevzat Davulcu Davutu Kim Öldürdü? adlı üç çizgi roman
yapılmıştır.

Kitapları yirmiden fazla dile çevrilen Ahmet Ümit’in masalları ve bazı
romanları okullarda yardımcı ders kitabı olarak okutulmaktadır.



Ahmet Ümit’in romanları sağlam bir polisiye kurgunun yanında derin sosyolojik
ve psikolojik çözümlemeler içerir. Ülkenin tarihsel mirası olan Hitit
İmparatorluğu Roma İmparatorluğu ve Osmanlı İmparatorluğu’na dair ilginç
bilgiler metinlerinin içine ustaca yerleştirilmiştir. Ama bu çarpıcı tarih
notları okurun ilgisini diri tutmaktan çok insan ruhunu tartışmak için
kullanılır. Çünkü yazar edebiyatının bir amacı varsa eğer bunun insan ruhunu
açıklamak olduğuna inanmaktadır. Onun romanları Anadolu’nun zengin tarihi
üzerinde Poe’nun kurgusuyla Dostoyevski’nin ruhsal çözümlemelerinin bir
birleşimi gibidir. Yazdıklarının en önemli özelliği hızlı okunabilir olmasına
yanında güçlü bir dile sağlam bir edebiyat estetiğine sahip olmasıdır.

Sis ve Gece adlı romanı Turgut Yasalar tarafından Bir Ses Böler Geceyi adlı
romanı ise Ersan Arsever tarafından uzun metrajlı filme uyarlanmıştır.

Öykülerinden Uğur Yücel tarafından Karanlıkta Koşanlar Cevdet Mercan
tarafından Şeytan Ayrıntıda Gizlidir adlı iki ayrı dizi film yapılmıştır.

Aşk Köpekliktir adlı hikayesi oyunlaştırmış ve Akla Kara Tiyatrosu tarafından
sahneye konulmuştur.

Şehirlilik bilincini uyandırmak tarihi kentlere duyarlılığı artırmak ve çok
kültürlülüğü geliştirmek için Yaşadığın Şehir adlı bir TV programı yapmıştır.



İstanbul’daki Okan Üniversitesi’nin Danışma Kurulu Üyesi’dir.
(http://www.ahmetumit.com/biyografi.asp sitesinden alınmıştır.)

ESERLERİ

  • Sokağın Zulası (1989)
  • Çıplak Ayaklıydı Gece (1992)
  • Bir Ses Böler Geceyi (1994)
  • Masal Masal İçinde (1995)
  • Sis ve Gece (1996)
  • Tapınak Fahişeleri Başkomser Nevzat 2 (1997)
  • Agatha'nın Anahtarı (1999)
  • Kar Kokusu (1998)
  • Patasana (2000)
  • Şeytan Ayrıntıda Gizlidir (2002)
  • Kukla (2002)
  • Beyoğlu Rapsodisi (2003)
  • Aşk Köpekliktir (2004)
  • Başkomser Nevzat, Çiçekçinin Ölümü (2005)
  • Kavim (2006)
  • Ninatta'nın Bileziği (2006)
  • İnsan Ruhunun Haritası (2007)
  • Olmayan Ülke (2008)
  • Bab-ı Esrar (2008)
  • İstanbul Hatırası (2010)
  • Başkomser Nevzat 3: Davulcu Davut'u Kim Öldürdü ? (2011)
  • Sultanı Öldürmek (2012)
  • Beyoğlu'nun En Güzel Abisi (2013)
(http://tr.wikipedia.org/wiki/Ahmet_%C3%9Cmit sitesinden alınmıştır.)

    BAB-I ESRAR

    Bab-ı Esrar Ahmet Ümit’in Kasım 2008 tarihinde çıkardığı, gerilim romanıdır. Ayrıca okuduğum ilk Ahmet Ümit kitabıdır. Kitapta Mevlana Celaleddin Rumi ve Şems-i Tebrizi’nin 700 yıllık hikayesine geniş yer verilmiştir. Kitabın kahramanı Karen Kimya Greenwood, Mevlevi Poyraz Efendi ile eski bir hippi olan Suzan’ın kızıdır. Çok sevdiği babası, Karen on iki yaşındayken onları terk ederek, Şah Nesim adında Pakistanlı bir adamla yok oluyor ortadan. Karen, babasının onları neden terk ettiğini uzun yıllar anlayamıyor. Otuzlu yaşlarında olan Karen Londra’da bir sigorta şirketinde çalışmaktadır. Ayrıca Karen hamiledir. Fakat bunu sadece nişanlısı Nigel bilmektedir. Karen her ne kadar çocuğu doğurmak istese de Nigel çocuk sahibi olmak için daha genç olduklarını düşünmektedir. İngiltere’de yaşayan Karen Kimya, iş için patronu tarafından Konya’ya gönderilmiştir. Karen Kimya’nın patronu olan Simon’ın özellikle Karen’ı Konya’ya göndermesinin nedeni Karen’ın babasının Türk olmasıdır. Simon, Karen’ın Türkleri iyi tanıdığını iddia etmektedir. Babası mevlevidir ve Konya’da büyümüştür. Karen'ın annesi Susan ve Poyraz Efendi, Susan’ın Konya’ya yaptığı bir gezi sırasında izlemeye geldiği bir sema gösterisinde tanışmışlardır. Kitapta, babası Türk annesi İngiliz olan Karen Kimya'nın Konya'ya geldikten sonra yaşadığı olaylar anlatılmaktadır.

    Kitabın tanıtım filmi için ; https://www.youtube.com/watch?v=as74-fNUFLk


    Kitabı elime aldığımda önyargılı davranmak istemedim. Çünkü okuyacağım ilk Ahmet Ümit kitabıydı.
    Başlarda biraz sıkıldım. Olaylar çok yavaş ilerliyordu. Ama kitap ilerledikçe daha da ilgi çekici bir hal aldı. Olaylar çoğalmaya başladı. Karen Kimya’nın gördüğü düşler arttı. Aslında siyahlar içindeki sürmeli adamın Karen Kimya’nın babası olduğunu ve yaşlandığı için Karen’ın onu tanıyamadığını düşündüm. Fakat daha sonra o adamın Poyraz Efendi olmadığını anlayınca biraz üzüldüm. Çünkü kendimi bu sona, mutlu sona hazırlamıştım. Baba kız birbirlerini buldukları için mutlu olup birlikte yaşayacaklardı. Hiç beklemediğim bir sonla karşılaştım. Poyraz Efendi’nin öldüğünü öğrenince, başlarda ne kadar kızmış olsam da çok üzüldüm. Başlarda kızmamın sebebiyse kızını ve karısını ardında bırakıp gitmiş olmasıydı. Kızı küçükken onu çok sevip, ilgilenen baba Şah Nesim için kızından vazgeçmişti.Karen için çok üzüldüm ama neyse ki yanında annesi vardı. Susan kitapta en sevdiğim karakter diyebilirim. Gerek kızına aşıladığı görüşler, verdiği öğütler, kendisinin dünya görüşü… Her şeyiyle örnek aldığım bir karakter. Kızı da öyle. Hatta kitapta Karen’ı kıskandığım çok yer oldu. Sonuçta Karen rüyalarında 700 yıllık bir aşka tanıklık ediyor. Mevlana Celaleddin Rumi ve Şems-i Tebrizi’nin dillere destan aşkına... Kitabın Mevlana ve Şems’in hikayesini anlatan her sayfasını dikkatlice okudum. Aralarındaki bağa şaşırdım.Mevlana Şems için her şeyi yapabilecek kapasitede birisi. Çünkü Şems’te kendi benliğini bulmuş. Fakat Mevlana dışındaki herkes Şems’ten nefret ediyor. Belki kıskançlıktan, belki burnunun havada olmasından. Doğrusunu söylemek gerekirse ben de pek hoşlanmadım Şems’ten. Burnunun havada olmasından sanırım. Bana bunu ne düşündürttü bilmiyorum ama sevemedim bir türlü.

    Kitapta beni etkileyen bir diğer şey ise kanayan yüzük idi. Siyahlar içindeki gözleri sürmeli adam, Şems-i Tebrizi, Karen'a Senin olanı sana getirdim, senin olanı kimseye verme.” diyerek avucuna bir yüzük bırakır. Makalat'taki hikayeye göre bu kanayan yüzük düğümlenmiş huzursuz gönülden alınmış taşlaşmış yürekti. Bu yürek Karen'ın yüreği. Huzursuz olmasının nedeniyse babasının onu terk edip gidişi. En azından ben bu şekilde anladım. İlerleyen bölümlerde Karen’ın Konya’ya gelmekle iyi yapıp yapmadığını sorgulaması ile bu yüzüğü unutup unutmaması arasında bir ilişki kurulduğunu görüyoruz.Yüzüğü taşıdıkça ve ona önem verdikçe babasına karşı daha anlayışlı olduğunu fark ediyoruz. Zaten sonunda da babasını kendi içinde affediyor ve Poyraz Efendi semaya kalkabiliyor. Fakat Poyraz Efendi'yi affetmesinde ki diğer neden ise Mevlana ve Şems aşkına tanık olması. Mevlana'nın kendi benliğini Şems'te bulduğunu fark ediyor düşlerinde. Babası ve Şah Nesim arasındaki ilişkiyi de bu şekilde anlayışla karşılayıp affediyor. Babasının ne kadar mutlu olduğunu düşlüyor belki de Şah Nesim'in yanında. Babasını sevdiği için mutlu olmasına bir şey demiyor. Onla ya da onsuz... Bu davranışı herkes sergileyemez diye düşünüyorum.

    Kitabın başlarında Mennan'ı ben de Karen gibi suçlu, işbirlikçi sandım. Öyle olmadığı anlaşılınca içime su serpildi. Çünkü Mennan sürekli Karen'ın peşindeydi. Kötü adamın Mennan değilde Ziya Kuyumcuzade olduğunu öğrendiğimde şaşırdığım söylenemez. Çünkü Ziya'nın öz babası bile onun hakkında iyi şeyler söylemiyordu.

    Kitapta okumaktan en çok zevk aldığım hikaye Medusa'nın hikayesiydi sanırım. İkonion Turizm binasının
    duvarlarında mozaikle Medusa ve Perseus işlenmişti. Medusa yapmaması gereken bir şeyi yaptıktan, Poseidon'la Athena'nın tapınağında seviştikten sonra Athena, bu olaya kızıp Medusa'yı bir nevi canavara çevirdi. Medusa baktığı herkesi taşa çeviriyordu artık. Daha sonra Zeus'un cesur oğlu Perseus Medusa'nın başını keserek herkesi bu canavardan kurtardı.









    MEVLEVİLİK NEDİR?

    Hepimiz kitapta Karen Kimya'nın babası Poyraz Efendi'nin mevlevi olduğunu biliyoruz değil mi? Peki mevlevilik ne demek? Şimdi mevleviliğe yakından bakalım. Bektaşilik gibi Türk kökenli bir tarikat olan Mevlevilik, Mevlana Celaleddin Rumi tarafından kurulmuştur. Mevlana"nın oğlu Sultan Veled Çelebi tarikata daha düzen vermiş, töre ve ayinleri belirli kurallarla çerçevelemiştir. Bu tarikata girenlere "Mevlevi",toplantı ve ayinlerin yapıldığı yerlere de "Mevlevihane" denilirdi. Tarikatin başı "çelebi" diye isimlendirilir, bunlar Mevlana"nın torunları arasından seçilirdi. Mevlevi tarikatına baş seçilen Çelebi,Konya"da Mevlana"nın türbesi olan dergahta otururdu.


    SEMA NEDİR?




    Yine hepimizin bildiği gibi kitapta birçok yerde geçen bir diğer şey ise sema. Semadan birçok kez bahsediliyor. Susan'ın Poyraz'a sema gösterisinde aşık olması, kitabın sonunda Poyraz Efendi'nin semaya çıkabilmesi, Karen'ın semaya birkaç kez "dans" demesi ve bunun başkaları tarafından düzeltilmesi... Sema'nın ne anlama geldiği kitapta da Mennan tarafından anlatılıyor. Bir kez daha okuyalım. Mevlevilik deyince ilk akla gelen "sema", lügatte işitmek manasındadır. terim olarak, musiki nağmelerin dinlerken vecde gelip hareket etmek, kendinden geçip dönmektir. Hz.Mevlana zamanında belli bir nizama bağlı kalmaksızın dini ve tasavvufi bir coşkunluk vesilesiyle icra edilen "sema", sonradan Sultan Veled ve Ulu Ârif Çelebi zamanından başlayarak Pir Âdil Çelebi zamanına kadar tam bir disiplin içine alınmış, sıkı bir nizama bağlanmış; icrası öğrenilir ve öğretilir olmuştur. Böylece XV.yüzyılda son şeklini alan Sema’ Töreni’ ne daha sonra sadece XVII.yüzyılda Na’t- ı Şerif eklenmiştir.

    MEVLANA TÜRBESİ

    Kitabı okuduktan sonra Konya'ya gidip Mevlana Türbesi ve Şems-i Tebrizi Türbesi'ni gezip görmek istedim. Bu
    yüzden hemen araştırdım ve türbeler hakkında bir sürü fotoğraf ve bilgi buldum. Hatırlarsanız kitapta İzzet Efendi, oğlu Ziya'dan kalan parayı Mevlana Müzesi'ne bağışlıyor.

    Mevlana Müzesi, Konya'da bulunan, eskiden Mevlâna'nın dergâhı olan yapı kompleksinde 1926 yılından beri faaliyet gösteren müzedir. "Mevlana Türbesi" olarak da anılır.
    (Yeşil Kubbe) denilen Mevlana'nın türbesi dört fil ayağı (kalın sütun) üzerine yapılmıştır. O günden sonra yapı faaliyetler hiç bitmemiş, 19. yüzyılın sonuna kadar yapılan eklemelerle devam etmiştir. Osmanlı sultanlarının bir kısmının Mevlevi tarikatından olması Türbe'ye özel bir önem verilmesini ve iyi korunmasını
    sağlamıştır.
    Müze alanı bahçesi ile birlikte 6.500 m² iken, yeri istimlak edilerek Gül Bahçesi olarak düzenlenen bölümlerle birlikte 18.000 m²ye ulaşmıştır.
    Bağlı bulunduğu Kültür Bakanlığı'na en çok gelir getiren ikinci müzedir. (Birinci Topkapı Sarayı müzesi.)

    Mevlana hakkında menkıbelerin anlatıldığı Ahmed Eflaki'nin kitabı "Arifler'in Menkıbeleri"nde Mevlana'nın babası için türbe yaptırmak isteyen devrin sultanına "gök kubbeden daha görkemlisini yapamayacağınıza göre zahmet etmeyin" dediği rivayeti yer alır. Türbe, Mevlana'nın ölümünden sonra inşa edilmiştir.











    ŞEMS-İ TEBRİZİ TÜRBESİ

    Önceki başlıkta Şems-i Tebrizi Türbesi'ni ziyaret etmek istediğimi söylemiştim. Şimdi de bu türbeyi inceleyelim.  
    Niğde’deki Kesikbaş Türbesi de Şems’e izafe edilir. Bunlardan ayrı olarak Tebriz şehrinde "Geçil" denilen mezarlıkta, aynı bölgede Hoy’da, Pakistan’ın Multon şehrinde Şems türbeleri veya makamları vardır. Bunlar çeşitli rivayetlerle süslenmiştir. Pakistanlıların söylediklerine göre de Şems, Konya'dan bir gece yarısı gizlice ayrılmış, Hoy şehrine hareket etmiş ve orada yerleşmiştir. Rivayete göre Şems-i Tebrizi Hoy’da vefat eder ve orada gömülür. Mezarı, Unesco Dünya Kültür Mirası'na aday gösterilir. Bir rivayete göre,Mevlânâ Celâleddîn Rûmî’nin küçük oğlu Âlâeddin de, Şems'i öldürenler arasındadır.
    Şems’in Konya'daki türbesi küçük, mütevazı, adeta saklanmış bir yerdir. Mevlânâ’nın o ihtişamlı türbesinin yanında -ki Mevlânâ -"En güzel türbe gökkubedir" der- sadedir.











    KİMYA HATUN

    Karakterimizin adını ilk okuduğumda Kimya isminin çok garip olduğunu ama güzel de durduğunu düşünmüştüm.
    Karen'ın isminin Mevlana'nın kızından geldiğini bilmiyordum tabii. Kitabın ilerleyen bölümlerinde Karen Kimya'dan ziyade Mevlana'nın kızı olan Kimya'yı da görüyoruz. Çünkü Karen Şems ile Mevlana'nın ilişkisine tanıklık ederken Kimya Hatun'u ve Mevlana'nın diğer çocuklarını da görüyor. Mevlana'nın küçük oğlu Alaeddin'in de Kimya'yı sevdiğini farkediyor tabii. Fakat Mevlana kızını Şems'e eş olsun diye verdiğinde Alaeddin de bu durumu hazmedemeyip Şems'in yanında yer almaya başlıyor.



    BAB-I ESRAR DİJİTAL HİKAYEM







    "A konuk, hiçbir durağa gönül verme; çünkü ondan çekilip ayrılırken yaralanırsın sonra.""Ey bir sevdaya kapılmış, kendini kaybetmiş gönlü kınamaya, ayıplamaya açılan diller! Dudaklarınızı yumun, çünkü gönlün de bir başka dili var!"Divan-ı Kebir'den alınan bu satırlardan yola çıkarak Bab-ı Esrar'da işlenen Şems ve Mevlana ilişkisini açıklayınız.

    "A konuk, hiçbir durağa gönül verme; çünkü ondan çekilip ayrılırken yaralanırsın sonra." Mevlana gibileri Şems'in yanına gidip kendi benliklerini bulmak isterler. Ama giderken arkalarında bırakacakları insanları da düşünürler. İşte bu yüzden hiçbir durağa gönül verme. Çünkü onlar sadece durak. İlahi aşka ulaşman için olan aşamalar sadece. Eğer onlara bağlanırsan ilahi aşka ulaşamazsın. İstediğini elde edemezsin.

    "Ey bir sevdaya kapılmış, kendini kaybetmiş gönlü kınamaya, ayıplamaya açılan diller! Dudaklarınızı yumun, çünkü gönlün de bir başka dili var!"  Her şey sözle anlatılmaz. Nasıl bazen gerçek, gözle görülmüyor da gönül gözüne görünüyorsa, işte bazen  içimizdekileri anlatmaya kelimeler yetmez. Ama gönlün başka bir dili vardır. O karşındakini anlar, affeder, dinler, sever... Bu yüzden Mevlana ve Şems saatlerce bir odaya kapanırlardı. Hiçbir zaman konuşmazlardı. Aslında konuşurlardı fakat biz anlamazdık. Çünkü gönlün başka bir dili vardı.