30 Ocak 2016 Cumartesi

1984

Parti'nin dünya görüşü, onu hiç anlayamayan insanlara çok daha kolay dayatılıyordu. (...) Her şeyi yutuyorlar ve hiçbir zarar görmüyorlardı çünkü tıpkı bir mısır tanesinin bir kuşun bedeninden sindirilmeden geçip gitmesi gibi, yuttuklarından bir şey kalmıyordu.

George Orwell'in kült kitabı Bin Dokuz Yüz Seksen Dört, yazarın geleceğe ilişkin bir kabus senaryosudur. Bireyselliğin yok edildiği, zihnin kontrol altına alındığı, insanların makineleşmiş kitlelere dönüştürüldüğü totaliter bir dünya düzeni, romanda inanılmaz bir hayal gücüyle, en ince ayrıntısına kadar kurgulanmıştır. Geçmişte ve günümüzde dünya sahnesinde tezgahlanan oyunlar düşünüldüğünde, ütopik olduğu kadar gerçekçi bir romandır Bin Dokuz Yüz Seksen Dört. Güncelliğini hiçbir zaman yitirmeyen bir başyapıttır; yalnızca yarına değil, bugüne de ilişkin bir uyarı çığlığıdır.








GEORGE ORWELL

1903 yılında Hindistan'da doğdu. İngiliz edebiyatının en önemli isimlerindendir. Asıl ismi Eric Arthur Blair. Babası Hindistan'da görevli bir İngiliz, annesi Fransız asıllıdır. Aristokrat bir ortamda büyüdü. İngiltere'ye döndükten sonra 1922'de Eton College'dan mezun oldu.
Üniversiteye gitmek yerine aile geleneğini sürdürdü, Birmanya'ya giderek İmparatorluk Polis Teşkilatı'na girdi. Aslında edebiyatla ilgilenmek istiyordu. İngilizlerin Birmanyalılara yaptığı baskıları görünce 1928'de polislikten istifa etti ve anılarını 1933'te yayınlanan "Burmese Days" isimli kitabında topladı. Aynı yıl yazdığı "Down and Out in Paris and London" adlı kitabında Paris ve Londra'da geçen günlerini anlattı.
1930'larda kendisini sosyalist olarak tanımladı. Ama gazete muhabiri olarak izlemeye başladığı İspanya İç Savaşı'nda Cumhuriyetçi milislere katıldı. Teğmen rütbesine kadar yükseldi ve bir çatışmada ağır yaralandı. 1937'de komünistlere karşı savaştı. Hayatını tehlikeye attığını düşünerek bu ülkeden ayrıldı. Bu dönem izlenimlerini, 1938'de yayınlanan "Katalonya'ya Selam" adlı kitabında aktardı. İspanya deneyiminden sonra tutucu bir görüş benimsedi.
BBC'nin Hindistan yayınları bölümünün başına getirildi. 1943'te Tribune gazetesinde edebiyat sayfasını yönetmeye başladı.
1944'te en önemli eseri olan ve Rus devrimiyle Stalin'in devrime ihanetini konu alan "siyasal fabl"ı "Hayvanlar Çiftliği"ni yazdı. Eserde, bir çiftlikte yaşayan bir grup hayvan, kendilerini sömüren insanları yönetimden devirip eşitlikçi bir toplum kurar. Ama zamanla aralarındaki zeki ve iktidar düşkünü domuzlar, devrimi yolundan saptırıp insanlardan daha baskıcı ve acımasız diktatörlere dönüşür. Önce bastıracak yayıncı bulamadığı bu kitap, 1945'te yayınlandığında Orwell'e büyük ün ve para kazandırdı.
1949 yılında yayınlanan "1984" adlı romanı da büyük başarı kazandı. Bu romanda olaylar, dünyanın sürekli birbiriyle savaşan üç totaliter devletin egemenliğinde olduğu bir gelecekte geçer. Orwell, bu eserle dünyayı, herşeyin tümüyle devletlerin kontrolünde olduğu belleksiz ve muhalefetsiz bir toplum tehlikesine karşı uyarır. Birçok kişiyi derinden etkileyen bu kitap, "Hayvanlar Çiftliği" gibi 1984'te sinemaya uyarlandı. Bu kitabı yazarken verem tedavisi gören Orwell, Londra'daki bir hastanede yaşamını yitirdi. 

ESERLERİ

  • Paris ve Londra'da Beş Parasız 
  • Burma Günleri 
  • Papazın Kızı
  • Zambak Solmasın 
  • Wigan İskelesi Yolu 
  • Katalonya'ya Selam 
  • Aspidistra 
  • Daralma 
  • Hayvan Çiftliği 
  • Bin Dokuz Yüz Seksen Dört


1984


SAVAŞ BARIŞTIR

ÖZGÜRLÜK KÖLELİKTİR

CAHİLLİK GÜÇTÜR


1984, George Orwell'in 1947-1948 yılları arasında yazdığı distopik bir romandır. Romanda Büyük Birader'in yönetiminde olan insanların nasıl kısıtlandıkları anlatılmaktadır. Bu kitap uzun süreden beri okumak istediğim bir kitaptı. Konusu itibariyle bende büyük bir merak uyandırmıştı. Kitabı okumaya başladığımda, bu yapıtın daha önce okuduğum hiçbir kitaba benzemediğinin farkına vardım. Başlarda anlamakta zorlandığım çok şey oldu. Fakat kitabı okudukça kendimi karakterlerle özdeşleştirdim ve George Orwell'in 1948 yıllarında geleceğe ilişkin bir uyarı çığlığı niteliğinde yazdığı olayların günümüz dünyasından hiç de farklı olmadığını anladım. Kendimi, kitaptaki insanlara "Bunca kısıtlamaya nasıl tepki vermezler?" derken bulduğumda ise şu an insanlığın yaptığının da bu olduğunu hatırlattım kendime. Hatta bilinçsiz insanların bulundukları durumdan mutluluk duymaları ve dünyayı her geçen gün daha da kötü bir yer haline getirdikleri gerçeği beni bir kez daha beynimden vurulmuşa döndürdü. 

"Bağlılık, düşünmemek demektir, düşünmeye gerek duymamak demektir. Bağlılık bilinçsizliktir."
Yukarıda bahsettiğim olaylar Winston Smith karakteri üzerinden anlatılmaktadır. Winston diğer insanların aksine Parti'yi hiç sevmiyor ve her zaman kendisini izleyebilen ve duyabilen Büyük Birader'den nefret ediyor. Winston umudun proleterlerde yani emekçi kısımda, alt sınıfta olduğunu düşünüyor. Winston gibi düşünenlerde yok değil tabii. Julia adında bir kadın Winston'a onu sevdiğini söylüyor ve o andan itibaren bu ikili hep gizli gizli görüşmeye başlıyorlar ve Parti'ye karşı işlenebilecek en büyük suçu işliyorlar: seks yapıyorlar. Bu onları zaten nefret ettikleri Parti'den iyice uzaklaştırıyor. Bu ikili her normal insanın yapacağı gibi partiye gizli bir şekilde karşı gelmeyi hayal etse de başaramıyorlar.  

"Düşüncesuçu, ölümü gerektirmez: Düşüncesuçunun KENDİSİ ölümdür."

Kitabın benim için en şok edici yanlarından biriydi Charrington'ın düşünce polisi çıkması ve bu ikiliyi ele vermesi. Okuduğum zaman şok olsam da daha sonra düşündüğümde Winston'ın aptallığına hayret ettim. Herkesi aynı anda izleyebilen ve dinleyebilen bir Parti elbette proleter mahallelere de kendi adamlarını yerleştirecekti. Aksini bekleyip, buna göre davranmak aptallık olurdu. Charrington Winston'ı  tutuklamak için uzunca bir süre bekledi. Bu sürede Winston, O'Brein'ın kendisini vermiş olduğu Goldstein'ın kitabını okudu, Julia ile yakınlaştı, O'Brein'a Parti ile ilgili kararlarından bahsetti. Zaten O'Brein Winston'ı yıllarca izlediklerini söylemişti

"Birini seviyorsan gerçekten severdin, verecek başka hiçbir şeyin yoksa bile sevgin yeterdi."
Winston'ı yakalayıp Sevgi Bakanlığı'na atıyor yetkililer. Kitabın garip ama üzerine düşünüldüğünde mantıklı gelen bir diğer yanıydı bu bakanlıklar. Barış Bakanlığı'nın savaşı, Sevgi Bakanlığı'nın nefreti, Varlık Bakanlığı'nın yokluğu temsil etmesi bu distopya için gayet güzel düşünülmüş metaforlardı. Winston da her suçlu gibi Sevgi Bakanlığı'na atıldığında anlıyoruz ki, iki adet cani çocuğa sahip olan kapı komşusu da kendi kızının ihbarı üzerine Sevgi Bakanlığı'nı boylamış. Parti durmadan geçmişi değiştirip yetişkinlerin zihniyle alay ettiği gibi çocukları da şeytani bir duyguyla büyütüyordu. Çocukların geçmişten haberleri olmadığı için zihinleriyle değil duygularıyla oynanıyordu. Winston'ın ise zihniyle yıllar boyu oynanmıştı. Aaron, Rutherford ve Jones gibi eski düşüncesuçlularının fotoğraflarını bulması üzerine geçmişin değiştirilebilirliğini kanıtlayabilirdi Winston. Ama bunu yapamayacağını, yaptırtmayacaklarını çok iyi biliyordu. Winston'a işkence ettiklerinde ise O'Brein Winston'ın bu fotoğrafı hiç görmediğini, zihninin ona oyunlar oynadığını, kendini olmayan şeylerin olduğuna inandırdığını söyledi. Winston'ın bunları kabul etmesi zaman alsa da sonunda etti. Çünkü umudunu yavaş yavaş yitirmekteydi.

Winston herkesin korkulu rüyası olan 101 numaralı odaya götürüldüğünde sıçanlarla karşılaşınca ne yapacağını bilemedi ve aynı işkenceyi Julia'ya yapmalarını istedi. Onun umudunu, mutluluğunu, kaçışını ve güvenliğini sembolize eden Julia'ya böylece ihanet etti ve umudunu tamamen kaybederek kabullenme evresini de tamamladı. Fakat ihanet eden tek kişi o değildi. Aynı şeyi Julia da yapmıştı. Uzun bir zaman dilimi boyunca süren işkenceler sona erip de dışarı çıktıklarında parkta karşılaştıklarında birbirlerine ihanetlerini itiraf ettiler. O 101 numaralı odada en büyük korkunla karşı karşıya geldiğinde fedakarlık yapacak gücü kendinde bulmanın imkansız olduğu konusunda hemfikir olduklarından birbirlerine kızamazlardı. İkisi de kabullenmekten başka hiçbir şey yapmadılar.

"Özgürlük, iki kere iki dört eder diyebilmektir. Buna izin verilirse, arkası gelir."

2x2=5 işlemi Büyük Birader'in halkın beynini nasıl yıkadığına dair bir metafordur. O'Brein, bunu Winston'a işkence ederken kullanmıştır. Winston Parti'ye karşı baş kaldırabildiği zamanlarda 2x2=4 işleminin doğruluğunu savunuyordu. Ne zaman ki işkenceler katlanılamaz bir hal aldı, işte o zaman Winston O'Brein'ın açık parmaklarını dört değil beş saydı ve Büyük Birader'e itaat etmeye başladı. Daha sonra ise farkında bile olmadan masanın tozuna "2x2=5" yazdı.

Kitabın en sonunda Yenisöylem dili hakkında yazılmış bir bölüm vardı. Orwell bu bölümde Yenisöylem hakkında daha detaylı bilgiler vermiş. Mesela kelimelerin azaltılmasının zaman kazanmak için yapılıyor olması. Orwell burada Yenisöylem'in en önemli amacını da açığa çıkarmıştır. Yenisöylem'in amacı ise kelimeleri azaltıp onların çağrıştırdıkları kavramları en aza indirmektir. Böylece insanların hat safhada kısıtlanmasından emin olup ilerde kendilerine karşı oluşabilecek bütün tehditleri yavaş yavaş ortadan kaldırmaktır.

Bana göre 1984 herkesin okuması gereken, olağanüstü bir ileri görüşlülükle yazılmış ve okuyucularının ufkunu açan ve onlara farkındalık kazandıran ve bir kez daha okuyacağıma dair herhangi bir şüphemin bulunmadığı bir kitap.


11 Aralık 2015 Cuma

EYLÜL

Bir kadınla, kocasının yakın arkadaşı olan bir adam arasında yaşanan yasak aşk ve bunlardan habersiz kocanın ruhsal durumları, kadının ve erkeğin toplumsal rolleri çarpıcı bir şekilde anlatılmaktadır.

Yasak aşkın heyecanı, imkansızlığı, şüpheler, kıskançlıklar, vicdan azapları, öfke ve tutku, "kadınlık" ve "erkeklik" halleri...

Kaderimizi biz mi çizeriz yoksa çevremizdekiler mi?

Ya da kaderin önüne geçilemez mi?













MEHMET RAUF

12 Ağustos 1875 tarihinde İstanbul'da doğdu. İlk ve orta öğrenimini, Balat'daki mahalle mektebi ve Soğukçeşme Askeri Rüşdiyesi'nde gördü.

Bahriye mektebini bitirerek (1893) deniz subayı oldu. 1894'de staj için Girit'e gitti. 1895'de Kiel kanalının açılış merasiminde bulunmak üzere Almanya'ya gönderildi. Dönüşünde, Trabya'da elçilik gemilerinin irtibat subaylığına atandı. Üç kez evlendi. İlk eşi Tevfik Fikret'in halasının kızıdır. 1908'den sonra Bahriye'den ayrılarak, hayatını yazarlıkla kazanmaya çalıştı. Cumhuriyet devrinde kadın dergileri çıkardı. Ticaretle uğraşmasına rağmen, eknomik sıkıtıdan bir türlü kurtulamadı. 23 Aralık 1931 tarihinde yoksulluk içinde İstanbul'da öldü.




ESERLERİ

Romanları:
Eylül,Ferda-ı Garam, Karanfil ve Yasemin, Genç Kız Kalbi, Böğürtlen, Son Yıldız, Halas, Ceriha, Kan Damlası.

Hikaye kitapları:
İhtizar, Son Emel, Aşk Kadını, Eski Aşk Geceleri,İlk Temas, İlk Zevk.

Oyun:
Pençe

Düzyazı şiirler:
Siyah İnciler



EYLÜL

"Eee, sonbahar bu... Artık bu kadar güzellik ve sıcaklık verdikten sonra! Eylülden daha ne beklenir. Eylül, malum ya, hüzün ve yağmur ayıdır." -Süreyya

Eylül, Servet-i Fünun dönemi eserlerindendir. Ayrıca edebiyatımızın ilk psikolojik romanıdır. Bu nedenle kitapta olaylardan çok karakterlerin iç dünyalarına yer verilmiştir. Mehmet Rauf'un bu işi ustaca yaptığını söyleyebilirim. Sayfalarca süren karakterlerin düşünceleri, kitabı okurken sizi hiç sıkmıyor. Çünkü okurken kendinizi "Bir sonraki bölümde ne olacak?" diye sorarken değil, "Bu olanların karşısında bu karakter ne düşünüyor?" diye sorarken bulacaksınız. Kitabın konusu ve karakterleri hemen sizi kendine çekecek nitelikte. Kitapta bir yasak aşk anlatılıyor. Evli bir kadın olan Suad'ın, kocası Süreyya'nın yakın arkadaşı olan Necib ile yakınlaşması konu alınıyor. Konu klişe olsa da anlatımının özgün olmasından kaynaklanan bir güzelliği var kitabın.


"Senin, senin için, gözlerin için ölüyorum." -Necib, Suad hakkında

Kitabın başında Necib her ne kadar evlenme fikrine karşı çıksa da, yaz mevsiminde Boğaza taşınıp kendisine daha da yakın olan Suad'dan etkileniyor. Suad gibi birini istediğini sansa da aslında Suad'ı istiyor. Bunu fark ettiği anda da işler iyice karışıyor ve karakterlerimizi bir bunalım hali bekliyor. Başlarda kendine itiraf edemese de içinde Suad'a karşı taşıdığı kıvılcım ateşlenince, sevgisi başa çıkılmaz bir hal alıyor.  Necib zaman zaman yaptığı hareketlerden, Süreyya sandaldayken Suad ile baş başa  piyano çalarken veya bir gün Suad'a "Sizin gibi biriyle evlenmek istiyorum." demesinden sevgisini belli etse de Suad anlamıyor. Fakat bir gün Necip bu evli çiftin arasını bozmamak için yalıya son kez gitmeye karar veriyor ve gittiğinde Suad'ın eldivenini alıyor. Bu aşkın kıvılcımları Suad için işte bu olaydan sonra alev alıyor. Suad, eldivenin Necib de olduğunu fark edince, Necib'e farklı bir gözle bakmaya başlıyor. Sanırım kitabın beni en çok etkileyen kısımlarından biri de işte bu sıralarda gerçekleşiyor. Suad, Necib'i sevdiğini fark edip bir akşam Necib gidecekken "Yine gelir elbet..." diyerek bunu Necib'e de bildiriyor. Bu olay karşısında Necib havalara uçuyor. 

"Ben onu bilmiyormuşum. Büsbütün başka bir adammış!" -Suad, Süreyya hakkında

Bana kalırsa Süreyya bencil bir adam. Her şeyden çabuk bıkan, hiçbir şeyden memnun olmayan huysuz adamın teki. Ayrıca babasına karşı sesini bile çıkarmayan pısırık bir kimse. Geç olsa da Suad
bunu fark ediyor ve Süreyya'dan soğumaya başlıyor. Bu sırada da Necib'e karşı bir şeyler hissetmeye başlıyor. Yani Suad ve Necib aşkının ateşini körükleyen kişi Süreyya'dır. Karısına, hak ettiği ilgiyi göstermeyişi okurken beni rahatsız etti. Kadınlar Suad gibi olmaya, erkekler Suad gibi bir kadınla olmaya çabalarlarken Süreyya Suad'a arkadaşıymış gibi davranıyor, doğru düzgün sohbet bile etmiyordu. Fakat Necib Bey sürekli Suad ile piyano çalıp onunla konuşuyor, iyi vakit geçirmeye çabalıyordu. Süreyya ise Boğaz'dan konağa taşınma kararını tek başına alıp, Suad fikrini belirtecek iken onu sert bir dille susturan bir koca.

"Gitmek, oraya gitmek, Suad'ı, Suad'ını görmek, ona düşkünlük arzusuyla sarhoş, koşturarak yürüyordu... Ve ilk rastladığı arabaya atlayıp eliyle ilerisini gösterdi. İleriye, evet sanki geleceğine gidiyordu."

Kitabın başından beri Necib ile Suad'ın birlikte olmalarını istedim. Gerek zevkleri, gerek kişilikleri birbirlerine çok uyumluydu. Fakat öyle olmadı. Aşık olmasına oldular ama sonlara doğru ayrı düştüler. İkisi de birbirleri için "Acaba bana olan aşkı gerçek  değil mi?" diye düşünmeye başlayınca eskisi kadar iyi olamadı araları. Bir de konağa taşındıkları için ev çok kalabalıktı. Süreyya'nın kız kardeşi Hacer, Suad ve Necib hakkında dedikodular çıkarmıştı zaten. Eh bir de eylül gelmişti...

"Ah Eylül!.. Eylül!.. Hayatın mutluluğunu bilmemekte, anlamamakta... Halbuki onu yaşayıp bilmemek mümkün değil... Bir kere eylül geldi mi? Boş... Hiçbir ümit..."

Her ne kadar birbirleriyle konuşmak isteseler de kendilerini tuttular ve bu onları içten içe yeyip bitirdi. Necib Suad'a her baktığında Suad'ın ödü kopuyordu görüp anlayacaklar diye. Necib konakta  Hacer ile konuşuyordu çoğu zaman. Suad ise bir köşeye sinip onları izliyordu. Bu yaşananlar tekrarlanınca birbirlerinden ayrı düştüler. Fakat Necib'in sarhoş olması nedeniyle bir gece konakta kalması üzerine birbirleriyle görüşme fırsatı buldular. Necib kaçmak istedi. Suad'ı da yanında götürmek istedi. Fakat birkaç gece önce Süreyya af dilemişti Suad'dan. Suad, Süreyya'yı nasıl bırakabilirdi? Suad teklifi reddetti. Eylül, onların aşklarının üzerine işte böyle çöktü.
"Pekala, ya şimdi...Şimdi de Hacer mi var? İşte şimdi de öldüğümü görüyorsun. Şimdi de inliyorum... Ve sen hala taş gibi, hala kalpsiz... Bana bir bakışın bir ay yeter. Bunlar hep yalan... Asıl gerçeği niçin söylememeli? Senin gözlerin söylüyor ki: Artık her şey bitti... Yalan, yalan... Ah, hep yalansınız!.."
Fakat hiçbir şey bitmiş değildi. Hala birbirlerini seviyorlardı. Suad'ı konaktaki yangından kurtarmak için Necib tereddüt etmeden alevlerin arasına daldı. Süreyya ise öylece bekledi. Süreyya'yı sevmediğimi ve ilgisiz bulduğumu zaten söylemiştim. Onun bu hareketi de fikrimi kanıtlar nitelikte. Süreyya Suad'ı hak etmedi. Ama Necib Suad'ı çok sevdi ve kendi yaşamını aşkı için tehlikeye attı. Ve Necib'in bu hareketi sayesinde sonsuza kadar birlikte olma şansı yakaladılar. Zaten bu dünyada birlikte olmak zorunda değillerdi. Onlar da daha huzurlu bir yer seçtiler.



Genel olarak kitabı çok beğendiğimi söyleyebilirim. Suad ve Necib'in aşkı çok güzel bir dille
anlatılmıştı. İç dünyaları anlatılırken kullanılan tasvirler yerindeydi ve bu detaylar kitabı etkileyici kılıyordu. Verilmek istenen mesaj da gayet açık. Mehmet Rauf, evliliğin önemli bir şey olduğunu ve ortak zevklerimizi paylaştığımız kimselerle bizlere uygun olduklarından emin olduğumuz da evlenmeliyiz. Aksi takdirde çiftlerin birbirlerine olan sevgileri azaldıkça saygıları da azalır ve aldatmaya kadar giden sonuçlar doğurur. Kitabın adının Eylül konması yerinde bir hareket olmuş. Eylül bu kitap için bir metafordur. Cıvıl cıvıl geçen yaz mevsiminden sonra ayrılığı, hastalığı ve hüznü çağrıştırır eylül. Çeşitli felaketler gerçekleşecekmiş gibi hissederiz. Kitapta da eylül ayı geldiği zaman Suad ve Necib ölüyor. Suad eylül ayı geldiği için kendini kadınlığının sonbaharında hissediyor, tek eksiğinin çocuk olduğunu sanıyor, hayatının sonbaharında olduğunu bilmiyor... 


24 Mayıs 2015 Pazar

BLOG DEĞERLENDİRMESİ

Değerlendirdiğim Blog : http://145kitaplar.blogspot.com.tr/

Blogun sahibi Ömer Ali Dimaç, okuması gereken bütün kitaplarla ilgili paylaşımlarda bulunmuş. Blogda üç kitap için de dijital hikaye bulunuyor fakat "sözde" dijital hikaye. Çünkü dijital hikayelerinin hiçbirinde ses yok. Hepsinde alt yazı var. Blogunda kitaplarla ilgili yorumlarını dile getirmekten kaçınmış. Yorum kısmını olabildiğince kısa tutmuş. Sadece Puslu Kıtalar Atlası adlı kitabın yorumu diğerlerine nazaran uzun. Kitapların hepsinin soruları cevaplanmış. Fakat bazı yerlerde dil bilgisi yanlışları var. Yazarların hayatını anlatmaya başlamadan önce birer adet fotoğraflarını koyabilirdi. Sait Faik ve Musahipzade Celal'in fotoğraflarını koymuş ancak İhsan Oktay Anar'ın fotoğrafı yok. Yazarların hayatının altında kaynakça belirtmesi iyi olmuş. İstanbul Efendisi adlı tiyatro oyunu için link konması iyi düşünülmüş bir şey. Biraz daha gayretle daha iyi bir blog oluşturulabilirdi.



BLOGLAR İÇİN DEĞERLENDİRME ÖLÇEĞİ

Geliştirilebilir
Yeterli
İyi
Çok İyi
Blog Tasarımı

X



Kitap Sorularına Verilen Yanıtlar


              
                X

Dijital Öyküler

                X



Dil-Anlatım, Üslup

              

                X


Kullanılan Görseller
           
              

                X


Linkler



            
               X

İçerik


             
                X


Güncellik



        
               X

Kaynakça




      
                X


23 Mayıs 2015 Cumartesi

KUYUCAKLI YUSUF

"Bu manasız ve yabancı hayatta bir tek şeye hakikaten sarılmış, hakikaten inanır gibi olmuştu. Bu da karısı idi. Muazzez'in varlığı Yusuf için büyük, boşlukları dolduracak mahiyette bir şey değildi, fakat onun yokluğu müthişti. Onun bu kadar sebepsiz yere, bu kadar insafsızca Yusuf'un hayatından koparılması çıldırtacak kadar acı idi. Hayatında asıl aradığı şeyin Muazzez olmadığını biliyordu, fakat Muazzez olmadan bunu aramaya muktedir olamayacağını sanıyordu."

Kuyucaklı Yusuf Türk edebiyatının belki de en romantik kahramanıdır. Hayatın ve insanların zalimliği karşısındaki naif duruşu ile bir yandan trajik bir sona ilerlerken, bir yandan da yaşadığı lirik aşk hiyakesinin kahramanı olarak edebiyat tarihinde yerini almıştır.












SABAHATTİN ALİ

Sabahattin Ali, 25 Şubat 1907'de Gümülcine'de doğdu. 2 Nisan 1948'de Kırklareli'nde öldü. İstanbul İlköğretmen Okulu'nu bitiren Sabahattin Ali, Yozgat'ta bir yıl öğretmenlikten sonra, 1928 yılında Milli Eğitim Bakanlığı'nca Almanya'ya gönderildi. 1930'da döndükten sonra Aydın, Konya ve Ankara ortaokullarında Almanca öğretmenliği, Milli Eğitim Bakanlığı Yayın Müdürlüğü'nde memurluk ve Devlet Konservatuarı'nda dramaturgluk yaptı. 1945'te Bakanlık emrine alındı, İstanbul'da Markopaşa adlı mizah gazetesini çıkardı. 1948'de bir yazısı yüzünden tutuklandı, üç ay kadar hapis yattı. Sürekli izlendiği için yurtdışına kaçmak istedi, ancak Kırklareli dolaylarında bir kaçakçı tarafından öldürüldüğü iddia edildi. 

Romanları

  • Kuyucaklı Yusuf (1937)
  • İçimizdeki Şeytan (1940)
  • Kürk Mantolu Madonna (1943)
(Eserlerinin devamı için; http://tr.wikipedia.org/wiki/Sabahattin_Ali)

KUYUCAKLI YUSUF

Kuyucaklı Yusuf Sabahattin Ali'nin 1937 yılında çıkardığı romanıdır. Kitapta yetim bir çocuğun öyküsü anlatılır. Yusuf'un annesi ve babası ölmüştür ve kaymakamın yanında yaşamaya başlamıştır. Kitap, okuduğum ikinci Sabahattin Ali kitabıdır. Geçen sene Kürk Mantolu Madonna'yı okumuş ve çok beğenmiştim. Bu nedenle bu kitaba olumlu bir ön yargıyla başladım. Kitabın konusu beni çok cezbetmese de sürükleyici bir kitaptı. Ve anlatım şekli kendine has olduğundan çok güzeldi. Kitapta en sevdiğim karakter Yusuf'tan ziyade Salahattin Bey idi. Herkes için hep fedakarlıklar yaptı ve aileyi bir arada tutmaya çalıştı. 

Yusuf ve Muazzez'in ilişkisine bir türlü sıcak bakamadım. Yusuf başta ağabeylik ettiği bu kıza nikah kıyınca çok şaşırdım. Bence böyle bir şey olmaması gerekiyordu. Bu olay Yusuf'u sevmememe neden oldu diyebilirim. Muazzez'i de Yusuf'a "Hiç kimseyi istemiyorum!" diye bağırdığı, sesini duyurmak istediği o çaresiz haliyle sevmeye başladım. Ama Yusuf ve Muazzez ilişkisi beni Muazzez'den de soğutmaya itti. Başta arkadaşı Ali'den aldığı üç yüz altına karşılık Muazzez'i vermeyi düşünmesi de Yusuf'u sevmemem için başka bir neden. Fakat daha sonra 

Kitabın sonunda Yusuf'un ölmesini bekledim. Beklediğim gibi olmadı. Onun yerine Muazzez öldü. Yusuf'un ölmemesine biraz şaşırdım açıkçası. Hastalandığı zaman öleceği kesin diye düşünmüştüm. Ve eğer Yusuf ölürse kitabın sonu daha acı olur diye düşünmüştüm. Muazzez'i pek sevmediğimden kitabın sonunda hiç üzülmedim. 

Bu kitabı Kürk Mantolu Madonna'dan önce okusaydım belki sevebilirdim diye düşünüyorum. Sanırım beklentilerimi yüksek tuttuğum için bir türlü Kürk Mantolu Madonna'da ki tadı yakalayamadım. 

Yusuf'u lirik veya aşık veya kahraman olarak nitelendirebilir miyiz? Züleyha'nın Yusuf'uyla Kuyucaklı Yusuf arasındaki benzerlikleri/farklılıkları, aşka bakış açılarını, serüvenlerini, derinliklerini vs. karşılaştırınız. Hangisi sizin Yusuf'unuz? Siz hangi Yusuf'sunuz?
Bence Yusuf'u ne lirik ne aşık ne de kahraman olarak değerlendirebiliriz. Yusuf'u zaten sevemediğim için hiçbir kavramı ona yakıştıramıyorum. Muazzez'le olan ilişkisini desteklemediğimi zaten belirtmiştim. Bu nedenle aşık olmadığını düşünüyorum. Muazzez ile evliyken bile onu Şahinde'den bir koca gibi değilde bir ağabey gibi koruyordu. Kitabın hiçbir yerinde Yusuf'un aşık olduğunu veya kahraman olduğunu sezemedim. Züleyha'nın Yusuf'unun yaşadığı acılar daha iyi anlatılmıştı ve hikayesi daha derindi. Bu nedenle ona çok üzülmüştüm. Aynı şeyi Kuyucaklı Yusuf için söyleyemeyeceğim maalesef. Tabii ki Kuyucaklı Yusuf'un başına birçok talihsizlik geldi fakat karakter bakımından bir türlü sevemedim. Dediğim gibi Kuyucaklı Yusuf'un Muazzez'e olan aşkını sezemedim ve bana aşkı hiç gerçekçi gelmedi. Muazzez'i hep küçük kardeşi gibi gördüğünü düşünüyorum. Ancak Züleyha'nın Yusuf'u aşık olduğunu hemen belli ediyordu. Ayrıca Züleyha'nın Yusuf'a duyduğu aşk da gayet gerçekçiydi. Bu nedenle benim Yusuf'um Züleyha'nın Yusuf'u. Bu iki Yusuf'tan hiçbiri beni yansıtmıyor aslında. Ama illaki bir cevap vereceksem Kuyucaklı Yusuf derim. Her ne kadar kendisini sevmesem de hislerini kolay kolay belli etmeyen bir yapısı var Yusuf'un. Bu nedenle onu kendime daha yakın hissediyorum. Ancak her ne kadar adaletli anlatılsa da, başta Ali'ye Muazzez konusunda söz verip üç yüz altını aldıktan ve Ali öldürüldükten sonra dönüp Ali'nin ailesinin yüzüne bakmayan, üstüne üstlük Muazzez'i kendi karısı yapan Kuyucaklı Yusuf'un bu yönden beni yansıtmadığını kesin olarak söyleyebilirim.


KUYUCAKLI YUSUF DİJİTAL HİKAYEM








29 Nisan 2015 Çarşamba

EFRASİYAB'IN HİKAYELERİ

Çok uzak zamanlarda değil, günümüzün otuz, bilemediniz elli yıl öncesinde, üstelik hep “ülkemizde” geçiyor Efrâsiyâb’ın Hikâyeleri. Ancak... Sanki o zamanlardan ve o mekânlardan değil de, başka zaman ve mekânlardan, hatta başka dillerden aşina olduğumuz hikâyeler...


















İHSAN OKTAY ANAR

İhsan Oktay Anar 1960 yılında Yozgat'ta doğdu. Lisans, master ve doktora eğitimini Ege Üniversitesi Felsefe Bölümü'nde yaptı. Halen aynı okulda öğretim üyeliği yapmaktadır. Türk edebiyatının son yıllarda yetiştirdiği en büyük isimlerdedir. Her bir kitabının çok uzun araştırmalardan sonra yazıldığı içerdikleri ağır tarihi bilgi ile göze çarpar. Eserleri pek çok küçük hikaye etrafında örülmüş büyük bir roman biçimindedir. Puslu Kıtalar Atlası 20 den fazla dile çevirilmiş ve Kültür Bakanlığı tarafından tanıtılmıştır. Anar, "edebiyatımıza kazandırdığı birbirinden önemli romanları ve bu romanlarda ortaya koyduğu özgün üslubu" nedeniyle 2009 yılında Erdal Öz Edebiyat Ödülü'ne layık görülmüştür.

(http://www.idefix.com/kitap/ihsan-oktay-anar/urun_liste.asp?kid=305 sitesinden alıntıdır.)







ESERLERİ

  • Puslu Kıtalar Atlası
  • Kitab-ül Hiyel
  • Efrasiyab'ın Hikayeleri
  • Amat
  • Suskunlar
  • Yedinci Gün
  • Galiz Kahraman

EFRASİYAB'IN HİKAYELERİ

Efrâsiyâb'ın Hikâyeleri, İhsan Oktay Anar'ın kurmaca hikâyelerden oluşan Şubat 1998'te yayımlanan romanı. Okuduğum ilk İhsan Oktay Anar eseridir. Kitap hikaye içinde hikaye barındırır. Kitap hakkında en sevdiğim şey de bu oldu zaten. Çünkü hikayelerden mutlaka kendinize uygun olan birini bulabiliyorsunuz. Bu nedenle de kitap hem size kendini sevdiriyor, hem de sürükleyiciliğiyle sizleri içine almayı başarıyor. Kitap Ölüm ile Cezzar Dede'nin birbirlerine anlattıkları hikayeleri konu alır. Toplam sekiz hikaye vardır. Konuları; korku, din, aşk ve cennettir. Ben genel olarak Ölüm'ün hikayelerini beğendim. Üslubu her zaman Cezzar Dede'ye göre daha ciddi ve akıcıydı. Anlattığı hikayenin içinde de bir sürü hikaye vardı ve bu hikayeleri bir noktada birleştirmeyi ihmal etmiyordu. Cezzar Dede'nin hikayelerinin eğlenceli yönü daha ağır basıyordu. Özellikle Bir Hac Ziyareti hikayesini okurken eğlendiğimi söylemeliyim. Cezzar Dede'nin hikayeleri bu yönde olsa da kendisi Ölüm'den daha bilge bir kişiliktir. Kitapta zevkle okuduğum yerler Cezzar Dede ile ölümün kitabın sonlarına doğru yaptıkları konuşmalardı. Cezzar Dede asıl cennetin çocuklar olduğunu anlatıyordu Ölüm'e.




"Pencereden ayışığı sızıyor ve küçük kızın yüzünü aydınlatıyordu. Cenneti görmek için aslında bu kadar ışık bile yetmez miydi?"


En sevdiğim hikayelerden biri Ölüm tarafından anlatılan Güneşli Günler idi. Güneşli Günler bir korku hikayesiydi ve Kont'un kanını  içtiği çocuğa olacakları büyük bir merak içerisinde okudum. Sağır'ı başta iyi sanmıştım. Fakat Kont için küçük çocuğun kanını aldığında Sağır'dan da nefret ettim. Bu hikayeyi sevmemin nedeni okulda geçmesiydi sanırım. Yatılı okulda haylaz erkek öğrencilerin başından geçen maceralar ilgimi çekti. Sözlü zamanı hissettikleri korkuları, derslerle olan boğuşmalarını zevkle okudum.

"Çirkinliği gördüğü dünyanın tersine, Güzelliği ancak, hayran olduğu dahi ressamların tablolarında buluyor, oysa bu sanatçıların, kendisinin çirkinlik bulduğu dünyada güzelliği gördüklerini kafası pek almıyordu."


“Artistik ve ahlaki değerlere asırlar boyu bir türlü erişemedikleri için bunlar uğruna bir ömür harcamayı enayilik olarak gören ve güzelliği üretmek yerine onu para, şiddet ya da kurnazlıkla elde etmeyi fazilet sayan insanların ülkesindeki okullarda, en az rağbet gören ve pek ciddiye alınmayan bir ders de resimdi…”

Kitapta sevdiğim diğer hikaye ise Cezzar Dede tarafından anlatılan Ezine Canavarı idi. Uzun bir hikayeydi fakat yazar hikayenin içinde anlattığı hikayeleri birbirleriyle bağdaştırmayı ihmal etmediğinden kara karıştırmıyordu. En eğlenceli hikayelerden biriydi. Tellak, Maymun Saniye ve Nafile Kalfa eğlenceli karakterlerdi. Hikayenin sonunda kızlarla oğlanların, Hamiyet ile Ayvaz'ın birleşeceğinden neredeyse emindim fakat beklediğim gibi olmadı. Cezzar Dede hikayesini beklenmeyen bir sonla bitirmişti. Bu sona Ölüm de şaşırmıştı. Ve ikisinin de söyleyeceği daha çok şey vardı. Cezzar Dede hikayesini bitirdiğinde Ölüm ona okumaktan zevk aldığım şu sözleri söylemişti:


"Her insan ancak bilmediği şeyden korkar. Korkusunu yenmek için bilmek ister. Fakat bilmesi için araması gerekir. işte, din de bu arayış değil midir? Bununla birlikte, eğer insan bir şeyi arıyorsa, onu bulmuş ve ona kavuşmuş da değildir. Kavuşamadığı şeye erişmek için can atar. Eh! Bu da aşktır işte!"
Bu sözler üzerine Cezzar Dede deyim yerindeyse nokta atışı yapar.


"İşte o zaman meşk başlar. Zaten cennet de budur! Ve gülümseyen herkes cennete bakıyor demektir." 
Kitaptaki en sevdiğim cümlelerden biri de bu cümleydi. Okuduktan sonra bir süre durup, daha sonra devam ettiğimi hatırlıyor gibiyim.

Uzun İhsan'ı ararlarken geçtikleri mahallelerin adlarına, kitabı okurken hiç dikkat etmemiştim. Kitap yorumlarını okurken, bu mahalle isimlerinin aslında cennetin katları olduğunu öğrendiğimde çok şaşırmıştım. Bu da kitabın içindeki güzel ve düşündürücü bir ayrıntıydı.

"Cenneti görmemiz için gözlerimizi açmamız değil, belki de kapamamız gerekir."
Cezzar Dede asıl cennetin çocukluk olduğunu savunmuştu hep. Buna ben de katılıyorum. Dünyada çocuklardan daha saf ve temiz varlıkların olmadığını düşünüyorum. Çünkü onlar yeşermeyi, dallanmayı, budaklanmayı bekleyen birer ağaç gibiler ve iyiyi kötüyü ayırmayı öğrenmeye çalışıyorlar. Herkese iyi niyetle yaklaşmaya çalışıyorlar ve kimsenin olmadığı kadar doğallar. Dolayısıyla üzgün halleri de bir o kadar saf, içten ve masum.
Cezzar Dede'nin aksine Ölüm de cennetin ciddi bir yer olduğunu anlatmaya çalışıyordu asık bir suratla. Ama sonunda Ölüm de ikna olmuş ve cenneti küçük bir kız çocuğunda görebilmeyi başarabilmişti.




"...Ancak onu büyük bir üzüntünün beklediği, daha şimdiden dolu dolu olan gözlerinden sezilebilirdi. Gerçekten de, kurdelesini düzeltirken, kızın gözünden bir damla yaş geliverdi. İşte Ölüm, bu gözyaşını gördü. Ardından çocuğun yüzünü, o yüzdeki harfleri, masalları ve cenneti farketti. Evet, çocukluk, cennetin ta kendisiydi ve cennet de seyredilmeye değerdi. Ölüm, seyrettikçe yüzünün yumuşadığını ve göklere yükselir gibi gerçek şekline erişmeye çalıştığını farketti. Bu sırada bir şey çatırdadı.Mühür kırılmış, Ölüm gülümsüyordu."

Bu kitabı başından beri büyük bir zevkle okudum. Hiçbir sayfasında sıkıldığımı hatırlamıyorum. Her şeyiyle okunmaya değer bir kitap. Herkesin kütüphanesinde bulunması gereken nadir kitaplardan.

EFRASİYAB'IN HİKAYELERİ DİJİTAL HİKAYEM

BİR GARİP RÜYA
Ölüm hikayesini bitirdiğinde hikaye anlatma sırası bana gelmişti. Bugün içinde anlatacağımız altıncı hikaye olacaktı. Fakat çok yorulmuştuk ve dinlenmeye ihtiyacımız vardı. Ölüm soğuk gözlerini bana çevirerek kendimi yormamamı, hikayemi yarın anlatabileceğimi, otele gidip dinlenmemiz gerektiğini ve Uzun İhsan’ı aramaya yarın devam edebileceğimizi söyledi. Ben de bu teklifi bekliyordum. Çünkü hem çok yorgundum hem de bir hikaye anlatmam gerekliydi. Otele girdiğimizde kendimizi yataklarımıza attık ve uykuya daldık.

Birdenbire kendimi özgür hissetmeye başladığımı fark ettim. Küçüktüm ama özgürdüm. Bu çok farklı hissettiriyordu. Yürümek için bacaklarımı hareket ettirmeye kalkıştım. Fakat bacaklarımın olmadığını fark ettim. Bu çok garipti. Daha sonra kendimi kanatlarımı açarken buldum. Ayna bulmak için odadan odaya uçuyordum. Bulduğumda ise kaknüs kuşu olduğumu fark ettim. İhtişamlı görünüyordum. Hiç olmadığım kadar özel hissediyordum kendimi. Daha sonra aynanın ardından bana kitlenmiş olan bir çift mavi göz gördüm. Ölüm’dü bu. Üzerime üzerime geliyordu. Ondan kaçmaya başladım ve kendimizi bahçede bulduk. Neden benim peşimde olduğunu anlamam çok vaktimi almadı. Çünkü Ölüm “Sana verdiğim saatleri boşa harcadın. Hikayeni şimdi anlatmazsan seni hiçbir zaman uyanmayacağın bir uykuya yatırabilirim.” dedi. Şaşırmıştım. Ne zaman sabah olmuştu? Bana zarar vermemesi için bir şeyler düşünmeye çalışıyordum. Aklıma ne geldiyse söylemeye çalıştım. Ama kelimeler bir türlü çıkmıyordu ağzımdan. Çünkü bana doğru esen rüzgar nedeniyle söyleme çalıştığım şeyler melodiye dönüşüyordu. Ve ben buna engel olamıyordum. Ölüm bağırmaya devam ediyordu. İmkanım olsaydı ben de bağırıp bir şeyler söylerdim. Ama yapamadım. Ağzımdan çıkan her melodi Ölüm’ü sinir ediyordu ve elindeki taşı bana nişan almaya itiyordu. Onunla dalga geçmememi söylüyordu. Ağlamaya başlamıştım. Bu sefer de göz yaşlarım acıklı nağmelere dönüşmüştü. Her şey bir anda gelişmişti ve biraz önce Ölüm’ün elinde duran taşı bedenimde hissetmemle uyanmam bir oldu.

 Her şeyin bir rüya olduğunu fark ettiğimde içime su serpildi. Fakat etrafıma baktığımda Kaf Dağı’nın eteklerinde olduğumu fark ettim ve ne yapacağım hakkında en ufak bir fikrim yoktu. Daha sonra omzumda bir el hissettim. Kafamı çevirip baktığımda bu kişinin Yahya Efendi Dergahı’nın son şeyhlerinden olan Abdülhay Efendi’yi gördüm. Abdülhay Efendi yanıma oturdu ve bana “Seni derdine derman olacak kişiye götüreceğim. Gel benimle.” dedi. Kaf Dağı’nda ilerlerken bir yandan da kendi hayatını anlatıyordu. Nasıl imam-hatiplik yaptığını, şeyhlik yürüttüğünü, bir taraftan da Baytar mektebinde ayniyat muhâsipliği yaptığını anlattı bana. Etrafındakilere verdiği öğütlerden de bahsediyordu. Aklımda kalan ve beni etkisi altına alan bir nasihati şöyledir: “Umûma faydası olacak hayır bırakmak ne hoştur. Hayat defteri kapanır fakat amel defteri, ondan menfaat göründüğü müddetçe kapanmaz, hayır yazılır. Üç şey vardır ki, sâhibinin hayırlı amel defterini kapatmaz. Umûma faydası dokunacak ilim, mârifet, sanat öğretmek. Bunun gibi umûma faydası dokunacak kuyu kazdırmak, su getirtmek, hastahâne, köprü, yol ve bu gibi şeyleri yapıp bırakmak ve yine kendisine hayır duâ edecek sâlih evlâd bırakmak. Öğrenenler öğrendikçe ve insanlar faydalandıkça, ilk sebeb olan zât ve hayırlı evlâdın nefsine ve diğer insanlara hayrı dokundukça mensûb olduğu anne ve babası bundan dâimâ faydalanır, namları hayırla anılır. Fakat ne çâre ki herkes buna muvaffak olamıyor. Cenâb-ı Hak cümlemizi kendi lütfuyla hayra yakın ve muvaffak kılsın...”
Uzun bir yürüyüşten sonra “İşte kızım, benim görevim buraya kadardı. Gerisini sen halledeceksin. Unutma, insan aradığı şey her ne ise onu ilk önce kalbinde bulmalıdır.” dedikten sonra gözden kayboldu. Arkamı döndüğümde bir türbe gördüm. Türbenin başında “Mevlana Celaleddin Rumi” yazıyordu. Türbenin başında ağlayan bir kadın duruyordu. Birkaç defa seslenmeme rağmen kadın dönmedi. Yanına gidip yüzünü kendime doğru çevirdim. Gördüklerim karşısında şaşkınlığa uğradım. Çünkü karşımda Kimya Hatun duruyordu. Ağladığını gördüğümde içim bir tuhaf olmuştu. Sanki benim kalbime de bir acı saplanmıştı. O kadar güzel bir kızdı ki Kimya Hatun, kitaplardaki anlatım bu güzel yüzün yanında çok sönük kalmıştı. Nihayet konuşmaya başladığında ağzından şu kelimeler döküldü: “ Senin neden burada olduğunu tahmin edebiliyorum. Çünkü ölümden korkuyorsun. Unutulmaktan ve sonsuza kadar karanlıkta kalmaktan ürküyorsun. Bunu anlayabiliyorum. Ama bu kadar korkmamalısın. Çünkü sen iyi birisin ve o uykudan kısa sürede uyanıp kendini sonsuza kadar mutlu olacağın bir yerde bulacaksın: cennette. Biliyorum, şu an bu söylediklerime inanmakta güçlük çekiyorsun ama lütfen inan bana. Ben de aynı yollardan geçtim. O yüzden birazdan seni uyandıracağım ve uyandığında ölümden ve onun aklına getirdiği karanlık düşüncelerden korkmayacaksın. Söz ver bana. Güçlü olacağına söz ver.” Ve daha sonra kendimi şu cümleleri söylerken buldum “Hayır. Hayır, lütfen beni bırakma. Biraz daha konuşalım. Benim de sana içimi açmama izin ver yalvarırım. Bu kadar erken olmaz. Biraz zamana ihtiyacım var. En azından biraz daha rüya göreyim. İmkansızlıkları biraz daha yaşayayım. Sonsuz bir uykuya dalmak için kısa bir süreliğine uyanmak istemiyorum Kimya!” Fakat o beni dinlemedi. Pamuk gibi yumuşak olan ellerini tenime değdirdiğinde çoktan uyanmıştım.

 Ve Ölüm’e anlatacağım uzun bir hikayem vardı…